Makaleler

AKP’de saflar netleşiyor!

AKP’nin hızlı yükselişinin sonuna gelindiği bir dönemden geçiyoruz. Zirvede olmak demek aynı zamanda inişin başlaması demektir. Halkın çıkarını savunan sistemlerde bulunulan zirve, yeni zirveler için bir dinlenme yeridir.

Fakat sınıflı sistemlerde, egemenlerin çıkarları için iktidarları kullandıkları anlaşıldığından zirvede olmak düşüşün başlaması anlamına gelir. Düşüş, aynı zamanda kendi içindeki çıkar çatışmasının su yüzüne çıkması demektir.

Kazancın bol olduğu dönemlerde aralarındaki farkı görmezlikten gelebilenler, iş zararın paylaşılmasına gelince yavaş yavaş düşman kesilmeye başlarlar. Kapitalizmin doğasında daha fazla kâr için ölümüne rekabet vardır. Kapitalizmin kara deliklerinden biridir bu.

AKP, milli görüşçü, cemaatçi, liberal, muhafazakar demokrat şeklinde kendini tanımlayanların yer aldığı bir parti olarak kuruldu. Misyonu ise, halkın tepkisini nötralize ederek, Türkiye’nin serbest piyasaya uyumunu daha fazla sağlamaktı.

Oldukça derin ve halk kitlelerinin günlük yaşam pratiğinde de yaşanan ekonomik krizin sonunda kuruldu. Ekonomide balon şişerken iktidara geldi. Bunun nimetlerinden bolca faydalandı. Fakat 2008’den sonra derinleşmeye başlayan küresel ekonomik kriz Türkiye’nin kapısından içeri girince, aralarındaki farklılıklar su yüzüne çıkmaya başladı.

Ekonomik sorunlarla birlikte, Kürt sorununda, dış politikada, AB ile ilişkilerde, Alevilere, emekçilere yönelik konularda AKP, “demokrat”, “sıfır soruncu”, “açılımcı” maskelerini atıp gerçek yüzünü göstermeye başladı. Bunun sonucunda Kürtlerin, Alevilerin, emekçi kesimlerin tepkisini hiç olmadığı kadar topladı. AB hedefiyle arkasına aldığı “yetmez ama evetçiler” desteklerini sorgular halde geldi. Öyle ki bu çatlak “açılım döneminin” gazetesi olan Taraf’ta çeşitli yazarların ayrılmasına yol açtı.

AKP içerisinde safların nasıl ayrıştığı en iyi ekonomi konusunda görüldü diyebiliriz. Z. Çağlayan ve A. Babacan arasında başlayan gaz-fren tartışması bunun tezahürüdür. Bakanların televizyon ve gazete üzerinden bu kadar uzun süre tartışmaları ve birbirlerinin başarısızlıklarını saymaları AKP “güçlüyken” -yani zirveyi tırmanırken- mümkün değildi. Bakanların tartışması da yetmedi. Abdullah Gül, Babacan’ı, Erdoğan da Çağlayan’ı desteklediklerini açıkça söylediler. Bu tartışmaya “devletin zirvesinde” ne yaşandığını anlamak için biraz daha yakından bakalım.

 

Gaz da fren de onlara çare olmayacak!

2008’de başlayan kriz Türkiye’de özellikle işten çıkarmalarla ve iş koşullarındaki kötüleşmeyle, sömürünün artmasıyla kendini gösterdi. Emperyalist ülkelerin çoğunda bankaların, finansal kurumların batmasıyla karakterize olan krizin, Türkiye’ye böyle yansımasının nedeni, iddia ettikleri gibi güçlü bir ekonomiye sahip olmaları değildir. 2001 krizi dolayısıyla bankalar üzerindeki kredi kısıtlaması, bilançoların görece daha iyi görünmesine yol açtı. Ki bu dönemde Türkiye kredi ihtiyaçlarını dışarıdan karşılamıştır.

Kriz devam etmektedir. ABD ve AB ülkelerinde faizlerin hemen hemen sıfırlandığı, yani sermayeye karşılıksız para pompalandığı halde kriz tüm şiddetiyle sürüyor. Kapitalist sistem yaşanan kriz karşısında çaresiz durumdadır. Oluşturdukları köpük, bir türlü yok edilemiyor.

Artı değerin tek kaynağı canlı emeğin sömürüsüne olan ihtiyaç, sömürücüleri daha saldırganlaştırıyor. Bunun karşılığı ise başta AB olmak üzere tüm emperyalist ülkelerde halkın sürekli çeşitli biçim ve içeriklerdeki protesto eylemleri oluyor. Tüm dünyada zengin-fakir arasındaki uçurum hızlı bir şekilde açılıyor.

Türkiye de bu tablonun içinde yer alıyor. Türkiye’de en fakir % 20’lik kesimin gelirden aldığı pay % 5.8 iken, en zengin % 20’nin aldığı pay % 46.4’tür. (TÜİK verisi, 24.09.2012, Milliyet) Son bir yılda serveti 30 milyon Dolar olan süper zenginlerin sayısı 800’den 830’a çıktı. Yani sistem kendi çelişkileri doğrultusunda ilerliyor. Sömürüyü artırıyor, ezen-ezilen arasındaki makas açılıyor, bununla bağlantılı olarak her iki tarafın da şiddet hareketleri artıyor.

“Ekonomide çok başlılık bitti”, “Take off’a geçtik” sözleri AKP’lilerin kulağında artık hoş bir seda durumunda. Büyümenin hesaplananın altında kalması (% 3.2), bütçenin geçen yıl 2.1 milyar lira fazla verirken daha yılı bitirmeden 8.5 milyar TL açık vermesi, cari açığın 34 milyar TL olması yani tüm bilançolarda göstergelerin kötü çıkması koordinatörler arasında suçlu arayışını artırdı.[Erdoğan, AKP kongresinde ekonominin ne kadar parlak olduğunu anlatmak için IMF’ye borcun hemen hemen kalmamasına sığındı. Bu arada Türkiye’nin dış borç toplamının TC tarihinin en yüksek miktarı olan 323.5 milyar doları aşmış olduğuna hiç değinmedi. Zaten burjuva politikası bu değil midir? Gerçeklerden, gün ışığından korkan yarasalar gibi kaçarlar.]

Ekonomi Bakanı Çağlayan, faizleri yüksek tutan Merkez Bankası’na dolayısıyla Ali Babacan’a yüklendi. Çağlayan’a destek çıkan Erdoğan, “MB’da aklı selim hakim olacak… Finans sektöründeki kazanç hiçbir sektörde yok. Yatırım da hak getire…” diyerek yıllardır finans baronlarını nasıl semirttiklerini itiraf etmiş olmaktadır. Hazine, son 5 yılda toplam 252.4 milyar lira, bu yılın ilk 8 ayında da 5 milyar lira faiz ödedi. (27.09.2012, Taraf)

Sıcak paraya bağımlı olan Türkiye’de yüksek faiz zorunludur. Türkiye “güven veren ülke” olarak görünmek için faizleri yüksek tutmaktadır. Bütçe açığının önemli bir nedeni buyken, diğer bir sebep de bu yıl artan güvenlik harcamalarıdır.

Türkiye’nin Ocak-Haziran döneminde savunmaya yönelik mal-malzeme ve hizmet alım tutarı 732.7 milyar lira iken sadece Temmuz ve Ağustos’ta 846 milyon lira olmuştur. Buna ek olarak Suriye ile yaşanan gerilim, bu harcamaların katlanmasına yol açmaktır.

Finans sektörüne ödenen faiz, savaşa ayrılan para ile bütçe açığı artmaktadır. Bütçe açığı da zamlarla, vergilerle kapatılmaya çalışılıyor. Gaz fiyatı bir yılda % 48.9, elektrik % 30 oranında arttı. Gıda fiyatları sürekli artıyor. Dünyanın en pahalı benzini Türkiye’de.

Başkanlık hayali kuran Erdoğan için tüm bunlar birer risk! Oylarını artırabilmek için kısa da olsa nefeslenmeye ihtiyacı var. Bu nedenle faizin biraz düşürülüp, bütçenin rahatlamasını, bir miktar yatırım yapılıp, işsizliğin azalmasını istiyor. Fakat kriz dünyada bu kadar boyutlanmışken, maliye politikalarını gevşetmeleri yani gaza basmalarına izin verilmesi imkansız.

Nitekim “sağduyulu” olan A. Gül, meclis açılış konuşmasında “frenci” Babacan’ı desteklediğini söyledi. Sonra IMF, OECD açıklamalar yapıp, mali disiplinden bahsettiler. Erdoğan’ı uyardılar. Financial Times’ta Babacan’a övgü dolu makaleler çıktı. Diğer yandan ilk defa Fethullahçılarla organik bağı olan TUSKON Başkanı Rızanur Meral hükümet aleyhine açıktan demeç verdi. Devletin KDV iadelerini vermediğini belirterek, konuyu A. Babacan’a ilettiklerini açıkladı.

Erdoğan’ın hastalığıyla “yerine kim gelecek?” sorularının başlaması AKP içindeki ayrılığın işaret fişeğiydi. Şike yasası, MİT müsteşarının soruşturulma meselesi, tutuklu milletvekillerinin durumu, BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması, AB’ye üyelik çalışmalarının yavaşlaması, ekonomideki ayrışma derken; yerel seçimlerin daha öne çekilmesi için yapılan oylamada fire verilmesi, yaşanan düşüşün çok daha hızlı olacağını göstermektedir.

Bu tartışmaların ve ayrışmaların içerisinde halkın bir çıkarı yoktur. Zamlarla, vergilerle, rant yasasıyla, toplu iş ilişkileri yasasıyla halkımıza büyük bir saldırı söz konusudur. Ezilenlere, kendilerine yönelik saldırıların kaynağını çok rahat gösterebileceğimiz bir kriz sürecinden geçiyoruz. Burada devrimci öznelerin gereken çıkışı niye yapamadıklarını sorgulamak gerekmektedir. Her zamankinden çok daha fazla güne ve saate sarılmanın zamanıdır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu