GüncelManşet

Göç etti bizim oralar…

Ne zaman seni düşlesem, eski zamana gidiyorum. Ne zaman köylerinde gezsem gözüme ilk çarpan yıkık evler olur; taştan, kerpiçten, damları yıkık, pencerelerinin sadece çerçevesi kalan evler… Sonra geçmişi düşlemeye koyuluyorum, evlerden gelen çocuk sesleri, gülüşler, kapının önünde saklambaç oynayan minik yüreklerin o büyük coşkusu… Ağlayan bebeklerin sesleri, okuldan gelen çocukların sevinçleri, büyük bir bilgelikle analarına-babalarına öğrendiklerini anlatmaya koyulmaları, heyecanla. Bu bütün sesler kulaklarımda hoş bir melodiyi çağrıştırıyor.

Sonra anaları düşünüyorum; tarlalarda kimi sırtında bebeğine yer yapmış ot biçiyor, güneşin kavuruculuğuna inat, kimi karnındaki bebeğiyle huzur içinde aynı zamanda bir an önce işini-gücünü bitirip üzerindeki o yorgunluğu atmak için evine gidip uyumak istiyor.

Ve gün akşamüzeri oluyor; tarlalardaki iş bitip evin yolunu tutunca hayvanları otlaktan getiren çocuğuna yemek hazırlamaya, hayvanları sağmaya, evdeki kalan işleri tamamlamaya geliyor. Yorgunluk, açlık demeden işleri bitirmeye şartlanıyor bütün beyinler.

Gece oluyor; büyük bir yorgunluk; ellerde ayaklarda, dizlerde ama günün verimli geçişi mutlu ediyor ve yemekler, sohbetler edildikten sonra huzur içinde gözler kapanıyor; yeni bir şafağa, gelecek güne kadar.

Sonra babalar, abiler, işçiler geliyor gözümün önüne. Üçüncü perdeye geçiş diyorum buna. Kimi tarlalarda güneşin sıcaklığına karşın soğuk bir ayranın tüm yorgunluğa bedel olduğunu söylüyor, kimi de bahçeden koparılmış bir karpuzun… Kimileri ise hayvancılıkla uğraşıyor dağda, ormanda sürüsünü alıp yola düşüyor sabahın şafağında… Ta ki güneş batana dek. Akıllarda hayvanın daha fazla süt vermesi için nerelere götürsem sorusu, eve döndüğünde doyasıya seveceği bebeği geliyor; kimi geçimi, ailesinin daha güzel bir hayat için bir sürü hayallere dalıyor. Kimisi sevdiğine kavuşmak için gün sayıyor, kimi türküler söylüyor vs. Sonra da insanların geçimlerini çoğunlukla geçirdiği inekler, kuzular keçiler vs. geliyor. Köylülerini umut ve yaşam kaynakları. Bir de evlerini koruyan köpekleri, sonra kedileri düşlüyorum. Bir bütün tüm yüreklerde yaşama sevinci; emekleri, geleceğe dair planları, umutları, topraklarına, komşularına, suyuna, havasına bağlılıkları, inatları, mücadeleye olan inançları beliriveriyor aklımda. Yüreğimdeki heyecan ve düşünü kurduğum eski zamanın insanlarındaki heyecan sürüp giderken bir deprem oluyor sanki beynimde ve yüreğimde. Sarsıyor beni ve düşünü kurduğum geçmişi. Hava daha da sıcak oluyor, ateşler içinde kalıyorum ve yangınların içinden çocuk çığlıkları, kadınların ağıtları çınlıyor kulaklarımda. Öyle ki bu acılar dayanılmaz bir hal alıyor. Ellerim kulaklarımda susturmaya çalışıyorum anlam veremediğim bu sesleri. Ama gözlerimin önünde bebelerin gözyaşlarını görüyorum, babaların gözyaşlarını görüyorum. Sonra hiç tanımadığım bir grup çıkıyor sahneye. Ellerinde silahlar, elbiseleri köylülerin giydikleri giysiler değil. Bağırıp çağırıyorlar, ateş ediyorlar… Bu insanları tanımıyorum; köylü değiller. Gerillalar aklıma geliyor ama onlar böyle değiller… Yürüyüşlerinde, duruşlarında, giysilerinde farklılıklar var. Yüzlerinde sevgi dolu gözleri var. Hem neden bağırsınlar ki; neden insanları toplasınlar evleri yakmak için emirler yağdırsınlar… Hayır, bunlar gerilla değil, eminim. Bunlar askerler, devletin ordusundan… Gözlerinde sevgi değil, kin var, öfke var, ateş var. İnsanları dinlemeden evlerinden dışarı çıkartıp sadece 3 dakika müsaade verip ne kadar eşyaları varsa, hayvanları vs. dışarı çıkarmalarını, 3 dakika geçtikten sonra yakacaklarını söylüyorlar ve yakmaya başlıyorlar acımadan. Kulaklarımdaki sesler daha da artıp, anaların “oy havar havar” ağıtları, çocukların, bebeklerin o yürek dağlayan çığlıkları, babaların feryatları, yanan ahırlardaki hayvanların, hiç durmadan havlayan köpeklerin sesleri… Bütün sesler adeta birleşip acı bir türküyü-ağıdı söylüyor gibiler. Acı, kan, gözyaşı…

Sonra mı evet daha bitmedi, zorla toplanan erkekleri düşman götürmeye çalışıyor. Kimi gitmek istemiyor, silahların dipçikleriyle öldüresiye dövülmeye başlıyorlar. Gözlerimi kapatmaya çalışıyorum… Kapanmıyor, kapatamıyorum… Çaresizce gözyaşı içinde olanları izliyorum…

Ve son perde!!!

Geriye yakılmış, yıkılmış viran olmuş köyler… İlk perdede düşlediğim insanlar nerede? Çocuklar, oyun oynuyordu oysa…  Tarlalar? Kadınlar, erkekler sıcağın altında ekinlerini biçiyorlardı, hani neredeler? Çobanlar, sürüleri hangi dağa götürdüler, hangi ormana, çayıra? Yoklar…

Hani ağlayan bebekler, yeni gelinler, gençler… Seslerini duyamıyorum. Kimse ışıklarını yakmamış bu gece, neden? Bu derin sessizlik neden? Yanmış evler, yanmış tarlalar, cesetler, hayvan ölüleri… Bunlar o köyün alınteri, emeği, sevinçli umutlarıydı. Yok, hepsi yok olmuş, neredeler? Sesimi duyan, benim gördüklerini gören kimse yok mu?

Nereye gittiler bu toprağın insanları?

Düşler yıkıldı, umutlardan geriye enkaz kaldı. Sahne boşaldı, perde kapandı!

Evet, sürgün edilmiş toprak, su, insan… Ne zaman seni düşlesem güzelliklerine bir bir kan damlar yağmurlardan; acı akarsularından Munzur’undan… Suskunluğun ölüm gibi ama dağlarından haykırıyor çığlıkları sessiz sessiz…

Daha ne kadar susturacaksın bu çığlıkları, daha ne kadar derine atabilirsin ki yükselen ateşi?

Sen ki, tüm acılara rağmen inatla mücadele eden halk! Zalimin karşısında korkusuzca duran, neden bu kırgınlık, kızgınlık, güvensizlik… Sen ki mücadelenin ilk isyancısı, bağrında binlerce yiğit kanı taşıyansın, yakılan ilk meşalesin dağlarda!

Kim bizlere bu zulmü yaşatan, toprağımızdan, suyumuzdan gayrı başka diyarlara süren?

Cevap açık: Devlet!

Devletin eli kanlı ordusu. Sahibi ne emir verirse insanlıklarını unutup yakan, yıkan, öldüren katilleri.

20 yıl oldu köyler yakılalı, yıkılalı, insanlar göç ettireli. Ama acılar dün gibi taze, hala tahribat onarılmaya çalışılıyor. Sürgün edilen insanlar, gittikleri şehirlerde, yeni insanlarla tanıştılar, sevdiklerinden uzakta dillerini, kültürlerini unuttu. Yeni nesil, başka bir dil konuşulur oldu, başka bir kültür yaşadılar. İnsanlar soğuklarda, kış ortasında evsiz, barksız, işsiz kaldı, aylarca belki daha da uzun bir süre, kim bilebilir ki!

Peki bunların hesabı soruldu mu? Hayır! Sindirildik yıllarca. Bu devlet hala sindirmeye, sömürmeye, yok etmeye devam ediyor. Bugün köylerimizi geri dönmek istediğimizde verdiği zararı karşılamıyor. Çünkü kabul etmiyor, edemiyor suçunu. Utanmadan halka saldırıyor, kendilerinin neden olduğu, hatta devrimcilere, gerillalara yardım ettiği için onlara başkaldırdıkları için haklı buluyorlar yaptıklarını. Ya da “teröristler yaktılar” deniyor, kendi söylediklerine bile inanmadan, halkı inandırmaya, kandırmaya çalışıyorlar.

Bu halk, biliyor ki, bunların tek katili, sanığı TC devletidir. Çünkü yeni değildi 94’te yaşadıkları, devletin 38’de yapamadığını, 94’te devam ettirdiğini biliyordu. Dersim’i de insansızlaştırmak için geçmişten gelen projeleri hala hayata geçirmeye çalıştığının farkında değil mi sanıyor? Bugün barajlara, madenlere, kara-kalekollara hızlı bir çalışma verdiğini, amacını Dersim’i insansızlaştırmak.

Son söz: Bizler sana geri dönmek, Munzur’umuza, dağlarımıza, toprağımıza geri dönmek, yaşamımıza burada, ait olduğumuz yerde kendi dilimizi, dinimizi, kültürümüzü yaşatmaya, yaşama gelmek istiyoruz ve geleceğiz. Döneceğiz sana oy welat, welat te Dersim.

Dersim’den bir ÖG okuru

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu