GüncelMakaleler

ANALİZ | Doğu Akdeniz’de Gerilim: Sıcak Denizler Bulanırken

Diyalog veya savaş çağrıları ne düzeyde ve hangi içerikte olursa olsun, Akdeniz’in kızgın suları artık altındaki hidrokarbonlardan daha az yanıcı değil.

Müjdeli günlerden geçerken, Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan klasik “misliyle yanıt verdik” açıklamalarından birini daha cümle arasında geçirmişti. Bu misliyle yanıt verme mevzusu, konuşma metninin bütününe uymuyor, araya sıkıştırılmış, Erdoğan’ın konuşma metninin akışını bölen bir makas gibi duruyordu.

İzleyiciler konunun bu coşkulu yerinde alkışladı ama Erdoğan’ın yanıt verdik – vereceğiz gibi açıklamalarıyla tam olarak neyi kast ettiği henüz gizemini koruyordu.

Daha sonra Yunan ve Türk basınına düşen haberlere göre sıcak sularda Türk firkateynine ait bir gemi ile Yunan donanmasına ait yaşlı bir geminin çarpıştığı bilgisi verildi. Erdoğan’ın yanıt verdik çıkışı bu olaya yoruldu.

15’inci yüzyılda Venedikli filolara saldırılarıyla bilinen amiral Kemal Reis’ten adını alan bir fırkateyn gemisi, diğer 4 koruma gemisi ile birlikte, deniz altında petrol ve gaz aramak için tasarlanmış bir keşif gemisi olan Oruç Reis’i koruyordu.

12 Ağustos günü, Türk gemilerinin faaliyetlerini izleyen yaşlı Yunan fırkateyni Limnos, Münhasır Ekonomik Bölgesi [Exclusive Economic Zone] (MEB)’ne göre Yunan’lara ait olan deniz sularını bu türden arama faaliyetlerine karşı korumakla görevliydi. Limnos, Türk firkateynine yakınlaştı, gerçekleşen ters bir manevra ile Limnos ve Türk donanmasına ait bir gemi çarpıştı.

Atina merkezli geçen bilgilere göre, Yunan gemisinin yaşlı ve Türk gemilerine göre daha ilkel olmasına rağmen, Limnos’un bu faaliyetiyle Türk gemilerinin MEB’i ihlal etmesinin engellendiği ve deniz sularındaki Yunan haklarının korunduğu söylendi.

Türk tarafında ise, çarpışma sonucunda Limnos’un nasıl büyük bir hasar aldığı ve limanına geri döndüğü açıklamaları servis edildi, herhangi bir saldırıya misliyle yanıt verileceği ifade ediliyordu.

12 Ağustos’ta gerçekleşen bu olay, basında 14 Ağustos’ta yer bulmuştu. Olay, Akdeniz’deki Türk-Yunan sönmeyen geriliminin yeni bir fitilini ateşledi.

Geçtiğimiz birkaç yıl içinde Türk Devleti, Akdeniz’deki enerji kaynaklarına yönelik ve hatta yer yer buna da bağlı olarak Akdeniz’deki haklarının korunması bahanesiyle, Akdeniz’e kıyısı bulunan ülkelere yönelik saldırgan bir tutum izledi. Semadirek’ten Rodos’a Yunanistan’a bağlı adaları yok sayarak, Doğu Ege ve Akdeniz sularında kontrol sağlamak amacıyla Mavi Vatan olarak adlandırdıkları bir politikayı izlemeye başladı.

Ancak bu politika başından, oldukça fazla düşmanı kendi üzerine çekecek bir içeriğe sahipti. Öte yandan, mevcutta da Türk Devleti, Suriye’den Libya’ya geniş bir skalada askeri saldırganlık ve düşmanlık politikalarını devreye sokuyor, bu da haliyle Ortadoğulu devletleri bir koalisyon olarak karşısına dikiyordu.

Bu yılın ocak ayında Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün ve Filistin, Türkiye’yi dışarda tutarak Doğu Akdeniz Gaz Forumu adlı bir blok kurdu. Fransa üyelik, Amerika gözlemci statüsü için başvurdu.

Türkiye’nin aslında uzunca bir süredir, Akdeniz sularında herhangi bir girişimi bulunmuyordu. Türk Devleti’nin BM’in tanıdığı Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne Hafter karşısında verdiği destek, Türk Devleti’ni yeniden sahaya çıkartmaya yardımcı oldu. Hafter’in durdurulmasının bedeli, Libya hükümetinin Türkiye’nin iddialarını destekleyen bir denizcilik anlaşmasına onay vermesiydi.

Anlaşma, Libya ve Türk kıta sahanlıklarının ve Akdeniz’i kapsayan MEB’lerin haritasını yeniledi. Girit ve Rodos’un varlığını ve haklarını görmezden gelerek Türk Devleti’nin Akdeniz’deki rakip devletleri tarafından önerilen boru hattının yolunu belirgin bir şekilde kestiler. Anlaşma Yunanistan’ın şikayette bulunmasına yol açtı. Bu nedenle General Hafter’i destekleyen ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki İslamcı fraksiyonlara verdiği destekten rahatsız olan Yunanistan ve Mısır, 6 Ağustos’ta kendi denizcilik anlaşmalarını imzaladı. Bu, Erdoğan’ın Oruç Reis’i gönderme kararına ve dolayısıyla son alevlenmeye katkıda bulundu.1

AB’nin dış politika şefi Josep Borrell’e danışmanlık yapan İtalyan Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden Nathalie Tocci, bu gelişmeler için; “Türkiye son dört beş yıldır temelde duvara dayanıyordu… Türkiye’nin geçen yıl yapmayı başardığı şey, Libya üzerinden oyuna geri dönmek oldu.” açıklamasında bulundu.

Tüm bu gelişmeler, BAE, Mısır, Yunanistan, Fransa, Kıbrıs, ve kısmen de İsrail’in bölgedeki çıkarları ile ters düşüyordu ve bu durum, adı geçen devletlerin Türklere karşı ortaklaşmasına da zemin oluşturdu.

Bu arada, Fransa Başbakanı Emmanuel Macron, Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis ile yaptığı bir telefon görüşmesinin ardından, Fransa’nın bölgedeki askeri varlığını iki savaş jeti ve bir çift savaş gemisi ile “geçici olarak güçlendirmeye” karar verdiklerini açıkladı. Fransa, Türk Devleti’ni Akdeniz politikalarına karşı yaptırımla tehdit etti.

ABD ise 12 küçük gemiyle birlikte geçtiğimiz günlerde Girit adası açıklarında bir Yunan firkateyni ve çok sayıda Yunan F-16 savaş uçağı ile ortak bir tatbikat düzenledi.

Öte yandan, ABD Dışişleri Bakanlığı, Temmuz 2019’da Temsilciler Meclisi ve Senato’da alınan kararlar doğrultusunda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik 32 yıldır uygulanan silah ambargosunun 2021 mali yılı için kaldırıldığını açıkladı. Bu anlaşma öldürücü silahları değil savunma sistemlerine yönelik silahları kapsıyordu. Ancak, Akdeniz’deki tansiyonun durumuna göre silah anlaşmasının kapsamının ilerleyen zamanlarda genişleyebileceği ise açık.

Erdoğan ise Akdeniz’deki gerilimi, tansiyonu efelenmelerle sürekli olarak yüksek tutmaya çalışıyor. Uluslararası “diplomasinin” büyük ölçüde yere çakmasına rağmen Türk Devleti ulus ötesinde de güçlü olduğu imajını çizmeye gayret ediyor. Nitekim, 5 Eylül tarihinde yaptığı açıklamada “Ya masa, ya saha” çıkışında bulunarak, “şehit düşmeyi birincil hedef alan bir milleti korkutamazsınız” ifadeleriyle her türlü seçeneğe açık olduklarını belirtti.

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise 6-10 Eylül tarihleri arasında KKTC’de askeri tatbikat yapılacağını duyurdu. Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel, 24-25 Eylül tarihlerinde düzenlenmesi planlanan olağanüstü AB liderler zirvesinde Türkiye için bir “havuç ve sopa (ödül ve ceza) yaklaşımı” belirleneceğini dile getirdi. Michel, “Bu yöntem, bölgedeki gerginliği azalmak ve diyalog kanalları sunmak adına en iyi yol olabilir” ifadelerini kullandı.

Tüm bu gelişmeler, Akdeniz ve çevresindeki -Ortadoğu’nun da hesaba katıldığı durumda- yaşananlar düşünüldüğünde uzunca bir süre daha gerilimin normal seviyelere düşmeyeceğini göstermektedir.

Türk Devleti ise bu dönemdeki genel politikasını, temsilcilerinin güçlü söylemlerini ve yüksek perdeden yaptıkları ciddiyetsiz açıklamaları görmezden gelirsek iki temel başlıkta özetlemek mümkün olacaktır.

Birincisi Türk Devleti, Akdeniz’e sınırı bulunan devletlerin yaşadıkları iç ve dıştaki yönetme sorunlarını kendisi açısından bir fırsata çevirmeye çalışmaktadır. Düşünülen şey, bölgedeki devletler hazır güçten düşmüşken kendileri için ne düşürebilecekleri ve bunu hangi yollarla sağlayabilecekleridir.

İkincisi ise iç politikaya yöneliktir. Kaldı ki Türk Devleti’nin genel manada dış politikaya yönelik attığı adımların esasta iç politikadaki etkisine yönelik olduğu görünmektedir. Bugünlerde çokça dillendirilen savaş meselesi her ne kadar uzak bir ihtimal olarak görünse de Türk Devleti böylesi bir savaşı esasta içerdeki muhalefeti kanla bastırmak için kullanacaktır.

Tıpkı 1915 ve onu takip eden yıllarda izlenen soykırım siyaseti gibi… Nitekim güncelde çöktürme stratejisinin takip edildiği bilinmekte ve bu faşist ve katliamcı stratejinin milyonlarca Kürt’ün öldürülmesini veya Kürtlerin kendi topraklarından zorla göç ettirilmesini kapsamaktadır. Türk Devleti ve yönetim koltuğunda bulunan AKP için hedeflenenler temelde bunların olması, hem içerde hem de dışarıda şiddet merkezli söylem ve politikaların üretilmesinin nedenini oluşturmaktadır.

Diyalog veya savaş çağrıları ne düzeyde ve hangi içerikte olursa olsun, Akdeniz’in kızgın suları artık altındaki hidrokarbonlardan daha az yanıcı değil. Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın 25 Ağustos’ta yaptığı açıklamada olduğu gibi Akdeniz’deki “Herhangi bir kıvılcım felakete yol açabilir.”

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu