GüncelMakaleler

ANALİZ | Salgın ve Pandeminin Ekonomi-Politikle Olan İlişkisi (1/2)

"Kapitalist sistemde kârlılık prensibine göre işleyen sağlık hizmetlerinin ve özel olarak da ilaç endüstrisinin en basit gribal enfeksiyonlarda dahi antibiyotikler kullanılmasını teşvik etmesi uzun süredir griplerin evrim geçirerek antibiyotiklere karşı direnç kazanmasını sağlamaktadır."

2019 Aralık ayı sonuna gelindiğinde Çin’in Vuhan Eyaleti’nde ortaya çıktığı belirtilen Covid-19 virüsü ile tanışan insanlık; bu virüsün birkaç ay içinde neredeyse tüm dünyaya yayılmasıyla kapitalizm koşulları içerisinde ve kapitalizme rağmen virüse karşı mücadele etme çabasına girişti.

Aradan geçen iki yılın sonunda gelinen aşamada virüs ortadan kaldırılamadığı gibi yayılması da sınırlandırılabilmiş değil. Kuşkusuz bu durumun temel nedeni kâr maksimizasyonu prensibine göre çalışan, insan ya da doğayı ekonomik üretim ilişkileri ağı içerisinde anlamlandırdığından başka bir “değer” olarak kabul etmeyen kapitalist sistemin kendisidir.

Tıpkı Covid-19 pandemisinde görüldüğü gibi tarih boyunca bütün salgın hastalıklar hakim iktisadi yapının ortaya çıkardığı koşullardan beslenmiş ve yine bu koşullar içerisinde yoksul, ezilen durumundaki emekçi halkların salgınlardan her anlamda daha fazla etkilenen olmaları gerçeğini doğurmuştur. Covid-19’la ortaya çıkan tabloyu anlayabilmenin tarihsel ve sınıfsal bağlam içerisinde salgın konusunun ele alınmasıyla olanaklı olabileceği açıktır.

 

Köleci toplumdan kapitalist topluma salgın hastalıklar

Avcı-toplayıcı dönemde insanın doğa karşısındaki durumu ikincildir; insan ne vakit ki hayvanları evcilleştirip toprağı tarım için kullanmaya başladı, işte o zaman doğa üzerinde otorite kurmaya başlamıştır. Doğa üzerinde kurulan otorite, pek tabii aynı zamanda doğanın ekonomik üretim faaliyetlerinin bir aracı olarak kullanılmasını da ortaya çıkarmıştır. Yine bu dönem, doğa üzerinde tasarruf hakkı ilan eden ve tarım toprakları üzerinde sahiplik geliştiren kimi topluluk üyelerinin kendileri hesabına çalışacak köleler de edinmeye başladıkları dönemdir. Salgınların sınıfsal görüntüleri de bu dönemde net bir şekilde görülmeye başlanır.

Köleci toplum dönemine denk gelen salgın hastalıklar ve tarihlenmeleri şu şekildedir; 1- Tifus (MÖ. 429-426); 2- Çiçek (165-189); 3- Veba (541-542).

Köleci toplumda görülen bu salgın hastalıklardan en ölümcül olanı kuşkusuz veba idi. Veba salgınının eski Hitit, Mezopotamya ve Çin’de görüldüğü tarihçiler tarafından tespit edilmiş durumda. İstanbul’da MS. 542’de ortaya çıkan ve ortaya çıktığı yerin Bizans başkenti İstanbul olmasından kaynaklı Bizans İmparatoru Justinyen’in adı ile anılan Justinyen Vebası’nın siyasal ve ekonomik sonuçları o kadar ağır oldu ki Roma İmparatorluğu’nun bir daha asla birleşememesi ve belirli döngülerle tekrarlayan veba nedeniyle Bizans’ın giderek güçten düşmesi ve istilalara açık hale gelmesine neden oldu.

Salgınların nedenine ilişkin olarak en doğru tez Yunanlı hekim Hipokrates’e aitti ve ona göre salgınların nedeni “çevre güçleri olan hava, su ve yerde meydana gelen bir değişim”di. Örneğin pandemi sürecinde dünyanın geride kalan nüfusu ile neredeyse hiç temasları olmayan Amazon yerlilerinin Corona nedeniyle hayatlarını kaybetmeleri virüsün küresel ısınma nedeniyle serbest kalmış bir virüs olabileceği fikrinin doğruluk ihtimalini artırmaktadır.

Dolayısıyla Corona pandemisinin çıkış yeri olarak emperyalist sermayenin yoksulları ve onların yaşam alanlarını işaret etmesine karşı virüsün çıkış yerinin Wall Street olduğunu söylemek, küresel ısınmaya neden olan temel gücün kâr maksimizasyonu hırsı nedeniyle insanı, doğayı ve bir bütün olarak dünyayı geri dönülmez bir felakete sürüklemekte olan kapitalist sistemi işaret etmesi bakımından da doğrudur.

Feodal toplumda toprak ve doğa üzerindeki sahiplik olgusuna zemin oluşturan mülkiyet ilişkilerinin gelişmekte olduğunu ancak henüz kapitalist sistemdeki kadar gelişmemiş olduğunu görürüz. Diğer taraftan kimi feodal devletler daha fazla gelişirken kimilerini de kendilerine bağımlı sömürgeler haline getirmiş aralarındaki iktisadi ilişkiyi sömürü ilişkileri üzerinden örgütlemiştir. Sömürülen ülkelerin köylü halklarının içinde bulundukları sefalet koşulları bu halkları salgın hastalıklara karşı daha savunmasız hale getirdiğinden salgın önce buralarda başladıysa da en sonunda sömüren ülkenin sarayını dahi tehdit eder hale gelmiştir. Feodal toplum dönemine tarihlenen bazı salgınlar ise şunlardır; Viral kanamalı ateş (1545-1576), kızamık (1592-1596), sıtma (1600-1650), leptospirosis (1616-1619), sarı humma (1648), influenza (1732-1733), dengue ateşi (1778).

Salgın hastalıkların bir coğrafyanın tamamına yayıldığı durumda bundan hemen herkesin etkilenebileceği düşüncesi ortaya çıksa da örneğin feodal dönemin hükümdarları, kralları bu salgından korunabilecek yeterli izolasyon koşullarına ve beslenme olanaklarına sahipken aynı durum emekçi köylü kitleler için geçerli değildir.

Kara Veba olarak anılan hastalığın Avrupa’da yayılması özellikle Yahudi halka karşı pogromları ortaya çıkarmıştır. Hatta bu dönemde önce İspanya (Elhamra Kararnamesi-1492) ardından da Sicilya (1493) ve Portekiz’de (1497) doğrudan kralın imzasını taşıyan kararnamelerle Yahudi halkın bütün değerli taşınır ve taşınmaz varlıkları gasp edilmiş, yağmalanmıştır. Bugün Covid-19 nedeniyle, ABD eski başkanı Trump’ın Çinlileri hedef göstermesiyle ABD’de yaşayan Çinlilere karşı saldırıların gerçekleşmesi, AB emperyalistlerinin “Covid-19 nedeniyle uğradıkları zararın Çin’den tazmin edilmesi için dava açmaları” vb. aslında sermayenin farklı sosyo-ekonomik örgütlenmelerde ve birbirinden oldukça farklı zaman dilimlerinde dahi olsa işleyiş mantığının benzerliğini göstermektedir.

İnsanlığın hayvanları evcilleştirmelerinin onları bu hayvanlar aracılığıyla kendilerine bulaşabilecek salgın hastalıklara da yakınlaştırmış olduğunu söylemiştik. Her hastalık, insan üzerinde hemen bir salgına dönmüyor ya da bu hastalığa karşı zaman içerisinde geliştirilen bağışıklık bu hastalıkların öldürücülük oranını düşürüyordu. Örneğin tarihin çok eski döneminden beri Antik Mısır ve Anadolu’da görülmüş olduğu bilinen Çiçek hastalığı (SmallPox) buna karşı bağışıklık geliştirilmiş olduğu için Osmanlı toplumunda kitlesel ölümlere neden olmazken; hayvan evcilleştirmek yerine bitkisel beslenmeyi tercih eden Amerika yerlileri hayvanlar aracılığıyla bulaşabilecek hastalıklara direnç geliştirememiş bu da onları Çiçek gibi hastalıklar karşısında savunmasız duruma getirmiştir.

Feodalizmin ileri aşamalarında ortaya çıkan kolonyalizm döneminde Amerika’nın değerli madenlerinin Avrupa’ya taşınması ve sonrasında buradaki toprakların tarım arazilerine dönüştürülmesi amacıyla Amerika yerlilerinin kitlesel olarak katledilmesi birbirini takip eden durumlardır. Bu süreçte Çiçek gibi hastalıklara karşı bağışıklığı olmayan Amerikan yerlileri kitlesel ölümlerle karşı karşıya bırakılmışlardır. Örneğin Orta Meksika nüfusunun % 90’ı bu dönemde hayatını kaybetmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise salgınlara karşı önlem almanın “Allah’ın emrine karşı gelmek” anlamına geldiğini söyleyen Kanuni Sultan Süleyman’ın bu sözü uyarınca herhangi bir önlem alınmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilindeki bütün köylülerin ve toprakların Osmanlı hanedanına ait kabul edildiği feodal bir imparatorluktu ve imparatorun sözleri kanun niteliğindeydi. İmparatorların kaderci yaklaşımları kendileri ve saray ahalisi için risk yaratmazken Osmanlı sınırlarında yaşayan bütün yoksul köylü halk risk altındaydı. Padişahlar 2. Selim ve 3. Murad dönemlerinde veba tekrar görüldü. 3. Murad döneminde vebanın nedeni olarak astronomi bilimi ile ilgili ilk rasathaneyi kurmuş olan Takiyüddin’in faaliyetlerinin gösterilmesi ve “Takiyüddin’in rasathanesinde meleklerin bacaklarına dürbünlerle bakıldığı için felaketlerin yaşanmakta olduğunun” o dönemde siyasi ve ekonomik güç sahibi “Kadızadeler” adlı din insanları grubunun dile getirmesiyle rasathanenin donanma toplarıyla yıkılması Osmanlı’da bilim karşısında dinin sahip olduğu gücü göstermesi açısından önemlidir. Kaderciliğin, salgın karşısında gerekli önlemlerin alınmayarak yoksul köylülerin ölüme terk edilmesi sonucunu doğurmuştur. “1625 yılında İstanbul’da yaşanan büyük veba salgınında (büyük Taun) 200.000’den fazla insan ölmüştür ve bu şehrin o günkü toplam nüfusunun yarısından fazlasına denk gelmektedir.”

Birçok kere padişahlar saraydan uzaklaşıp kendileri için güvenli bölgelerde salgının dinmesini beklerken üzerinde bulunduğu toprağı terk etmesi yasak olan köylülerin böyle bir şansları asla olmamıştır.

Kolonyalist faaliyetle Avrupa’ya taşınan değerli madenler burada kapitalist iktisadi yapıya geçişin de temelini oluşturan sermaye birikimi ile sonuçlanmış bu ise bu dönemdeki kimi icatlarla sanayinin gelişimini tetiklemiş, sanayinin gelişimi ise fabrikaların etrafında kurulan ve emekçilerin son derece sağlıksız koşullarda yaşadığı kentler olgusunu ortaya çıkarmıştır. Örneğin bu dönem İngiltere’sini inceleyen F. Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” adlı eserinde emekçilerin yaşam koşulları ile salgın hastalıklar arasındaki sıkı ilişkiye değinmekte ve işçi sınıfının yaşam koşullarının ne derece olumsuz olduğunu anlatmaktadır.

Kapitalist toplum döneminde ortaya çıkan bazı salgınlar ise şunlardır;

Dengue ateşi (1778), kolera (1816-1826), epidemik tifus (1847-1848), trypanosomiasis uyku hastalığı (1896-1906), tekrarlayan ateş (1946), poliomyelitis (1971), meningitis (1996), SARS coronavirus (2002-2003), chikungunya virus (2006), el ayak ağız hastalığı (2008), MERS Middle East respiratory syndrome (2012), Covid 19 (2019), lepra, Ebola, sifiliz, AIDS, tüberküloz.

Feodal sosyo-ekonomik yapıdan kapitalizme geçiş sürecinde gelişen sanayinin iş ve ekmek vaadiyle şehirlere davet ettiği emekçiler şehirlerde altyapı ve üstyapısı yetersiz konutlarda üst üste yaşamaya mecbur edilmişlerdir.

Görüleceği üzere; köleci toplumdan kapitalist topluma kadar bütün sömürüye dayalı sistemlerin sömürü düzeninin tepesinde bulunan azınlık için yarattığı zenginlik, sömürülen kitlelerin yoksulluğu ve sefalet koşullarında yaşamalarına bağlıdır; eşitliğe dayanmayan bir toplumda bir grubun ya da sınıfın zenginliği diğer bir grup ya da sınıfın yoksulluğunu gereksinir. Sefalet koşulları ise salgınların ortaya çıkması ve yayılması için gereken zemini hazırlar. O halde, sömürüye dayanan sistemlerin salgın hastalıkları ortaya çıkarak koşulların esas hazırlayıcısı oldukları gerçeğini görmüş olmaktayız. Tarihte emekçilerin kitlesel ölümler yaşadıkları tifüs, kolera, veba, çiçek hastalıklarını ortaya çıkaran koşulları hazırlayan insan emeğinin sömürüsüne dayanan üretim ilişkileri olmuştur. Bugün tüm dünyayı etkileyen Covid-19 pandemisi için de geçerli olan bu durum açığa çıkarılmadan yani sorunun esas kaynağı tespit edilmeden sorunun çözümünü sağlamak da olası değildir.

İnsan emeğine dayanan sistemlere son verilmesi ve insanların mutlak eşitlik koşullarında yaşaması, herkesin temizlik, beslenme, spor vb. olanaklara eşit erişiminin sağlanması salgın hastalıklarla mücadele edilebilmesinin yegane koşuludur. İşte bu nedenle başta da belirttiğimiz gibi “toplum sağlığı politikası” ancak bugünkü sömürü sistemi olan kapitalizmin ortadan kaldırılmasını hedeflediği bunu anlattığı ölçüde anlamlıdır. Yoksa ki, falanca bölgede filanca grubun daha iyi sağlık hizmeti alması gibi bir düşünceyi içeren her türlü yaklaşım kapitalizmin daha uzun süre ayakta kalmasına hizmet eden, kapitalizmin yaralarını sağaltıcı düşünceler olmaktan başka anlam ifade etmezler.

 

Kapitalist toplum işçi emeğinin sömürüsüne bağlıdır

Buraya kadar tarihsel kimi örnekleriyle de açıklamaya çalıştığımız gibi salgın hastalıkların sömürü ilişkilerine dayalı sosyo-ekonomik örgütlenmeden bağımsız ele alınması mümkün değildir ve bu yöndeki bir çabanın kendisi toplumdaki sömürü ilişkilerinin üzerini örtme arayışından başka bir şey de değildir.

2019 Aralık sonunda Çin’de ortaya çıktığı iddia edilen ve kısa süre içerisinde bütün dünyaya yayıldığı belirtilerek Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak tanımlanan Covid-19 için de aynı durum geçerlidir. Virüsün “laboratuvarda üretildiği” gibi sosyal ekonomik gerçekliklerden uzak, bir yanıyla “emperyal güçlerin virüsler aracılığıyla birbirlerine baskın gelmeye çalışacak kadar gözü dönmüş olduklarını” düşünürken; esasen emperyal güçleri ayakta tutan, işçi emeğinin sömürülmesi yoluyla işçilerin sefalet koşullarında yaşamaya mecbur edildikleri ve tıpkı Engels’in tarif ettiğine benzer koşullarda yaşayan milyarlarca emekçinin yaşam koşullarının zaten salgın hastalıkların yayılması için gereken zemini hazırladığı gerçeğinin üzerini örten yaklaşımların da meselenin sınıf ilişkileri ile açıklanmasına değil komplovari fikirlere dayandığı görülmektedir.

Kapitalist ekonomik yasaların hüküm sürdüğü bugünkü koşullarda milyarlarca insan yeterli beslenme, barınma, içilebilir temiz su ve elektrik gibi temel ihtiyaçlardan uzakta yaşamaya mecbur edilmiş durumdadır.

Elbette ki yeterli temiz su ve yeterli besinin olmadığı koşullarda tıpkı tarihte defalarca ortaya çıktığı gibi yeni salgın hastalıkların ortaya çıkması ve yayılması kaçınılmazdır. Oxfam’ın yayınlamış olduğu rapora göre “dünyada en zengin 2 bin 153 kişinin serveti dünya nüfusunun toplam servetinin yüzde 60’ını aşıyor. Kadınların ücretlendirilmemiş emeğinin yıllık toplam değeri 10 trilyon 800 milyar dolara ulaşıyor.”

Bir tarafta korkunç sefalet koşulları diğer tarafta ise dünya nüfusunun ihtiyacı olan tüm koşulları onlara sağlayabilecek servetin sadece birkaç kişinin elinde toplanması ile oluşan bu eşitsiz düzenin adı kapitalizmdir. Covid-19 salgınında doğrudan ABD eski Başkanı D.Trump’ın da kullandığı  “virüsün Çin’in Vuhan şehrinin yoksul bir kasabası” olduğu söylemi gerçeği yansıtmamaktadır. Egemenlerin yoksulları salgınların çıkış adresi olarak göstermesi sömürü ağını ve bu ağın ortaya çıkardığı derin eşitsizliklerin üzerini örtmeyi amaçlayan bilinçli bir tutumun sonucudur.

Kapitalist sistemde kârlılık prensibine göre işleyen sağlık hizmetlerinin ve özel olarak da ilaç endüstrisinin en basit gribal enfeksiyonlarda dahi antibiyotikler kullanılmasını teşvik etmesi uzun süredir griplerin evrim geçirerek antibiyotiklere karşı direnç kazanmasını sağlamaktadır. Bu durum Covid-19 ortaya çıkmasa dahi, antibiyotiklere ve insan vücudunun bağışıklık sistemine karşı hayli güçlü hale gelmiş grip virüsü nedeniyle milyonlarca emekçinin ölebileceği koşulların zaten uzun süredir oluşturmaktadır.

İnsanı ve doğayı temel prensibi olan karlılığın en üst seviyede gerçekleşmesi için birer enstrüman olarak ele alan kapitalist sistem bir taraftan ilaç endüstrisinin insan bağışıklığını zayıflatan, virüsleri ise güçlendiren irrasyonel yönelimini sürdürürken diğer taraftan da birçok hastalığın ortadan kalkması için gereken ilaçları ihtiyacı olanlardan uzakta tutmaktadır. Raflarda bekleyen kolilerce kanser ilacına rağmen şu an o ilaçları alabilecek paraya sahip olmadığı için ölümü biraz daha hızlanan yüz binlerce emekçinin yaşadığı koşullarda, dünyanın yoksul emekçileri ve bunların çoğunlukla yaşadıkları sömürülen ülkelerde yeterli aşılanma olanağı olmadığı halde dünyayı etkileyen Covid-19’un ortadan kalkması olanaksızdır ve aşıların patentini ellerinde tutan ilaç kartellerinin insanlığa karşı durdukları yeri göstermesi açısından oldukça önemli bir örnektir.

Covid-19 pandemisinde yeterli aşıya erişimi olmayan, emperyalist güçler tarafından sömürülerek güçsüz düşürülmüş Hindistan ve Afrika ülkelerinde Covid-19 yeni varyantlar edinerek (Delta ve Omicron) kâr hırsı nedeniyle aşı patentlerini paylaşmayan Avrupa’ya geri döndü. Sadece bu olay dahi dünyanın Covis-19 pandemisine karşı aşılanabilecekken kapitalist sağlık sisteminin karlılık yaklaşımı nedeniyle aşılamanın yapılamayıp yeni varyantlar edinen hastalığın daha ağır yıkıma neden olması kapitalist sistemin ne derecede rasyonel akla aykırı olduğunu, ne derece müsrif olduğunu göstermeye yeter de artar bile. (Devam edecek)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu