Makaleler

DEMOKRATİK İSLAM KONGRESİ VE YAKLAŞIMIMIZ!

10-11 Mayıs tarihinde, A. Öcalan’ın çağrısıyla, Amed’de “Demokratik İslam Kongresi” düzenlendi. Kongre fikrinin bir dizi maddi itim gücü vardır. Birincisi, Ortadoğu’da İslam referanslı siyasi akımların olabildiğince çeşitlilikte gelişmesidir. İkincisi, İslam’ın toplumsal mücadelede güçlü silahlı biçimlerle ortaya çıkışı ve emperyalistlere ve onların uşağı olan rejimlere karşı örgütlü bir güç olarak yönelmiş olması. Üçüncüsü, siyasal ve toplumsal mücadelenin bir ideolojik argümanı olarak doğru İslam anlayışının ne olduğuna dair yaygın bir tartışmanın, sorgulamanın ve ayrışmanın yaşanması. Dördüncüsü, AKP’nin İslami referanslara ağırlık vererek devletin direksiyonunda toplumu yönetmeyi benimsemiş olması. Beşincisi, İslam’ın en radikal temsilcileri El-Kaide unsurlarının Rojava’ya yönelik güncel saldırıları ve T. Kürdistanı’nda Hizbullah’ın Kürt hareketine yönelik geçmişte vahşi saldırılar gerçekleştirmesidir.
Demokratik İslam Kongresi, Kürt ulusal hareketinin toplumsal paradigmasında toplumsal çelişkileri tanımlama ve çözme anlayışına uyumlu bir şekilde içeriklendirilmiştir. Yukarda bahsettiğimiz nedenler Kürt hareketini doğru İslam anlayışı tartışması ekseninde müdahil olmaya sevk etmiştir. Bu durumu kongrenin sonuç bildirgesinde görmekteyiz. “Medine Sözleşmesi’nin birinci maddesinde ‘Ümmet’, çok kimlikli, çok dilli ve çok inançlı bir anlama sahiptir. Siyasi ve itikadi yaklaşımlar, ümmetin farklı din, mezhep, inanç, etnik ve diğer tüm toplumsal gruplardan oluştuğunu dikkate almalıdır.” Kürt hareketinin kendi toplumsal paradigmasının özü özeti de aslında bu yaklaşımı içermektedir. Kürt ulusal hareketi şimdi doğru bir taktik ve ele alışla bu eksende bir İslam anlayışı savunan aydın, entelektüel kesimi etrafında hızla toplamak, kendi toplumsal tabanını bu anlayışın güçlü bir dolgusu haline getirmek, İslam inancını savunan kesimleri bu anlayış ekseninde toplamak, örgütlemek ve buna ikna etmek şeklindedir.
Kemalist Aydınlanmacılığın Ölmüş Hafifliği!
Kürt ulusal hareketinin İslam anlayışına dair yürüttüğü bu çalışma ve ele alışa dair “sosyalistlik”, “devrimcilik” ve “laiklik” adına kimi kesimler yoğun eleştiriler getirdi. Hatta kimi devrimci çevreler bu çalışmanın AKP’nin politikası olduğu, onun ümmetçilik anlayışının destek direği olduğunu bile ileri sürdü.
Öncelikle Kürt hareketinin dinle olan bu sıkı ilişkilenmesinin yeni olmadığını belirtelim. 1989 yılında Öcalan; “İslam dininin olumlu özelliklerini iyi yakalayarak daha şimdiden bir cephesel kol halinde örgütlemek, İslam dini ve ulusal kurtuluş arasındaki doğru ilişkiyi Kur’an ayetlerine dayanarak açıklamak, bunda giderek doğru bir programa kadar ulaşmak, bütünüyle halkımızı ve dürüst din adamlarını bu temelde ulusal kurtuluş çatısı içinde örgütlemek doğru ve yerine getirilmesi gereken bir görevdir” yaklaşımı içindedir. (Din Sorununa Devrimci Yaklaşım, Abdullah Öcalan, Ekim 2008, Weşanen Sexwebun.) Ki bu eksende azımsanmayacak düzeyde bir pratik gerçekleştiği de bilinmektedir. Camiler, medreseler vs ulusal hareketin örgütlenme alanları olmuş, yurtsever din adamları ve dini otoriteler örgütlenmiş ve ulusal kurtuluş mücadelesi için seferber edilmiştir. Yani ulusal hareket kitle çizgisini ve siyasetini inanç eksenine göre değil genel politik yönelimi ekseninde ulusal kurtuluş mücadelesinin ihtiyaçlarına göre belirlemiştir. Bu bağlamda kültürel, inançsal meseleler ekseninde değil ezilmiş ulus kimliğine duyarlılığa ve bu noktada ortaya çıkan çelişkilere odaklanarak sorunu tanımlamıştır.
O dönem mevcut ulusal kurtuluş çizgisine uygun bir politikayla dinle ilişkilenilirken, bugün ise yeni paradigmasına uygun olarak bir ilişkilenme ve ele alış içindedir. Özellikle bugün için ayırt edici yaklaşımı İslam’ın barışçıl, çok kültürlü, hoşgörülü karakterine dayanmasıdır. Bu bağlamda dikkat çeken tartışma ise İslam’ın “ümmetçilik” anlayışı üzerinedir. İslam anlayışına dair var olan gerilim, çelişki ve farklılığa bu açıdan ulusal hareket yeni bir derinlik katmaya çalışmaktadır. Özellikle Medine Sözleşmesi eksenine oturtulan bu tartışma hiç kuşku yok ki ulusal hareketin toplumsal paradigmasıyla da uyumludur.
“’Ümmet’, çok kimlikli, çok dilli ve çok inançlı bir anlama sahiptir” anlayışını hakim hale getirmeye çalışmaktadır. Oysa bilinen İslamcı ümmet anlayışı farklı dil, renk ve ulusal özelliklere sahip Müslüman toplumların birliği olarak kabul edilir. Medine Sözleşmesi’nde Müslüman (bu grup iki kesimden oluşur, Araplar ve dili-rengi farklı olan Habeşler), Yahudi ve pagan toplulukların haklarını korumayı amaçlayan bir içeriğe sahiptir. Bu sözleşme her topluluğun haklarını koruduğu gibi kabileler arası çelişki ve çatışmalara da son verip bir denge oluşturmayı amaçlamıştır. Ancak İslam’ın bu ilk evresindeki ümmet anlayışının politik niteliği ön plandadır. Tarihsel gelişmeler ise ümmet anlayışını bu politik muhtevadan çıkarıp Müslüman toplulukların birliğini içeren ideolojik bir karaktere kavuşturmuştur. İslam anlayışının bu realitesinin karşısına yine İslam tarihinde bizzat Muhammed tarafından hayata geçirilmiş, bir başka tarihsel deneyimin konulması kuşkusuz politik bir hamledir. Bu inanç sistemine bağlı toplumsal kesimlerle kurulması amaçlanan politik bir ittifakın ortak paydasıdır. Bu durum tarihte kalmış bir ruhu canlandırma olarak hiç kuşkusuz yorumlanamaz. Kendi paradigması ile tarihte yaşanmış bir deneyim ve anlayışla kurulan paydaşlık ilişkisidir.
Din Toplumsal Yaşamın Ve Mücadelenin Bir Parçasıdır!
Toplumun inançları ve dini değerleri her dönem toplumsal mücadelenin bir parçası olmuştur. Bu değerler sistemi sosyal hayatla hiçbir zaman sınırlı kalmamıştır. Sosyal yaşamla siyasal yaşamın arasındaki sıkı ilişkiden dolayı her dönem siyasal hayata da tahvil edilmiştir. Bu bağlamda din egemen sınıfların ideolojik harcı olarak da kullanılmıştır. Yani devletler ortaçağdan günümüze kadar din meselesini kendi ideolojik harcı ve referansı haline de getirmiştir. Bu şekilde toplamsal yaşamı düzenlemek ve toplumsal desteği elde etmenin yollarını kolaylaştırmıştır.
Din sadece ezenlerin değil ezilenlerin mücadelesinin de siyasal aygıtı olarak işlev görmüştür. Baba İshak’tan Şeyh Bedrettin’e Patrona Halil’e kadar bu topraklarda gerçekleşen ezilenlerin isyanı farklı din yorumları ile toplumsal kalkışmaları gerçekleştirmişlerdir. Modern çağda ise Bolşevik devrim sürecinde Kafkasya’da ezilenlerin mücadelesinde İslam, sosyalist devrimle uyumlu politik bir ittifak güç olarak kullanılmıştır. Yine Latin Amerika’da devrimci mücadelede rahiplerin ve kiliselerin örgütlenme de güçlü müttefikler olması sağlanabilmiştir. Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinde de aynı şekilde din olgusu devrimci ulusal kurtuluş mücadelesinin güvenilir müttefiki haline getirilebilmiştir.
Anlatmaya çalıştığımız doğrudan siyasal ve toplumsal yaşamın parçası olan din olgusu sınıf mücadelesinden kopartılamaz. Bu bağlamda dinin ilerici, devrimci ve politize olmuş yanı devrim mücadelesinin de kaçınılmaz bir parçası ve uzantısıdır. Özelde ulusal kurtuluş mücadelelerinin ise daha güçlü doğal bir ittifakıdır. Ulusal hareketin bu konuya dair ilgisi, müdahilliğine dair yapılacak eleştiriler ise politika yapmamasını salık vermekten başka bir anlama gelmemektedir.
Egemenlerin Kuşatmasına Karşı Koyamamak!
Toplumsal yaşamın bir parçası olan, kitlelerin dünyaya bakış açısını etkileyen ve güçlü şekilde yönlendiren her mesele aynı zamanda devriminde ilgilenmesi gereken sorunlarıdır. Buna dinde dahildir. Dinin ideolojik ve politik karakteri toplumsal yaşamın gelişimine paralel olarak tarihsel olarak geriye düşmeye, yeni olanla çatışmaya mahkumdur. Bu çatışmanın özü ideolojik temelde gerçekleşir. Ancak bu çatışma aynı zamanda politik ve pratik alanda da yaşam bulur. Ancak dinle bilimsel ideoloji olan MLM’nin felsefi, ideolojik bağlamlı tarihsel ve toplumsal gelişmenin doğal sonucu olan çelişki ve çatışmasında ki süreklilik politik ve pratik alanda da sürekli ve mutlak olmak zorunda değildir. Bunu savunmak teorik ve ideolojik körlüğe mahkum olmak anlamına gelir.
MLM devrimciler tarihsel diyalektik materyalist dünya görüşü dışındaki her türlü ve renkteki dünya görüşüne ve idealist yaklaşıma karşıtlık oluşturur. Buna laik aydınlanmacı burjuva idealist akımlarda, din referanslı idealist akımlarda dahildir. Ancak MLM devrimcilerin politik mücadelesi ve öncelikli düşman tanımı egemen olan devlet aygıtına yöneliktir. Savaşımının, mücadelesinin ana ekseni budur. Düşman ideoloji tanımı da bu politik gerçekliğe göre tespit edilir. Ülkemizde düşman ideoloji ise Kemalizm’dir. Kemalizm ezilen tüm halk kesimlerinin yanında Müslüman olmayan milliyetler, ezilen mezhep Aleviler, ezilen ulus Kürtlerin yanında resmi ideolojinin belirlediği din ve değer sistemi dışındaki çoğunluğu oluşturan Sünni kesimin inanç ve değerlerine de düşmanlık üzerine inşa edilmiş bir felsefeye sahiptir. Kuşkusuz bu kesimlere karşı uyguladığı düşmanlık politikasının dozajı, araçları, yöntemleri farklı farklıdır. Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Alevi ve Kürtlere karşı asimilasyon, yok sayma, baskı, sindirme ve katliam politikası en pervasız şekilde uygulanırken, çoğunluk Sünni kesime karşı ise resmi diyanet anlayışı ve onun belirlediği inanç ve değerler sistemi ekseninde yaşam alanını daraltma, kalıba sokma ve belirlenmiş sınırlara hapsetme üzerine kurduğu bir faşist tekçi politika benimsemiştir. Bu bağlamda faşist Kemalist Türk devleti geniş halk kesimlerinin inanç ve değerler sistemiyle karşıtlık oluşturmuş bir siyasal ve ideolojik karaktere sahiptir.
Ancak yukardan aşağı faşist bir karakterle örgütlenmiş bu devlet “laiklik” anlayışıyla Alevi kesimleriyle belli köprüler kurmuş, diyanet kurumuyla da Sünniliği tümden ret etmeyerek, Sünni kesimlerle bağlarını korumuştur. Ayrıca toplum içinde örgütlü olan Sünni cemaat ve tarikatları tümüyle sistemin dışına itmeyerek ama merkeze tam olarak oturtmayarak, görece bir özgürlük alanı yaratarak, yer yer onlar üzerinde de sopasını eksik etmeyerek kontrol altında tutmuş ve kendi bekasının toplumsal destek gücü olarak konumlandırmıştır. Bu şekilde devlete isyan ve devrimci temelde karşı çıkma zeminini ustaca sakatlamıştır.
Devlet bu iki inanç sistemi arasındaki tarihsel çelişki ve gerginlikleri ise 90 yıllık süreç boyunca sürekli kaşımış ve kullanmıştır. Özellikle ezilen mezhep Alevilere yönelik Sünni toplumsal kesimlerin bir kısmını kışkırtarak, örgütleyerek bu değerler adına katletmiş, baskı altına almıştır. Bu biçimde Sünni toplumsal kesimin bu kısmını yanılsamalı bir şekilde egemen ve ayrıcalıklı ve de aynı zamanda devletin güvencesi olacak bir ideolojik şekillenişe sokmuştur. Devletin din olgusunu kullanarak toplumu parçalaması sadece Sünni Alevi gerginliği üzerinden olmamıştır. Kürt ulusal mücadelesine karşı Kürtler içinde din adına hareket eden Hizbullah’ı da kullanarak gerçekleşen kanlı katliamlarla toplumsal ayrışmayı ve parçalanmayı sağlamaya çalışmıştır. Bu bağlamda “laik Kemalist rejim” kendi suçlarına ve günahlarına Sünni inanç sistemini bu yolla ortak ederek ideolojik temelde egemenliğine almış ve devletin çoğunluk üzerinden toplumsal tabanını doldurmaya çalışmıştır. Bunda belli bir başarı elde ettiğini söylemek mümkündür.
demokratik islam kongresiKöylü Gerilla Savaşının Yükseltilememesinin Yarattığı Boşluk!
Burada özellikle egemen sınıfların toplumsal dayanağının sınıfsal yapısını feodal artıklardan beslenerek din ve milliyetçiliğin güçlü etkisi altında olan köylülere dayanmaktadır. Köylülerin en gerici, en tutucu en bağnaz kesimine dayanarak din ve milliyetçiliğin en geri yanlarına toplumsal destek oluşturmuştur.
Bunun yanında siyasal olarak da Sünni kesimlerde ve özellikle geniş köylü ve yarı şehirli kesimlerde inançları ile sınıfsal çıkarları arasında bir çatışma alanı da yaratmıştır. Demokratik olan, hak arayışını içeren her mücadeleyi kökü dışarıda olan, İslam’a düşman olan yabancı bir saldırı olarak benimsetmeye çalışmıştır. Özellikle komünistlik adına, sosyalizm adına Kemalizm’in aydınlanmacı, laik paradigması ile kol kola girerek öncelikli düşman olarak ortaçağın temsilcisi olan dini hedefe koyan burjuva akımların devletin bu politikasını kolaylaştırmada azımsanmayacak bir katkısı vardır. Geniş ezilen halk yığınlarından kopuk, onların sınıfsal çelişkilerini politik bir mesele olarak ele almaktan uzak ama onların inanç sistemleriyle mücadelede cevval olan bu tipik aydınlanmacı “ilerici” burjuva akımların Sünni kesimin sınıfsal çıkarlarıyla ve onların temsilcileriyle karşıtlık kurmasında kolaylaştırıcı etkileri ve hiç kuşkusuz bizim açımızdan büyük günahları vardır.
Anti-komünizmin fanatik toplumsal tabanını oluşturan Sünni kesimlerle (özellikle taşra ve köylü kesim) devrimci ve komünistlerin güçlü bağlar ve sağlam köprüler kurması yönlü güçlü politik hamleler ise devrimci hareketin tarihinde yeterince yapılmamıştır. Bu politik hamlelerin yapılmamasında kuşkusuz komünist bir cesaretle “gerici ve ilerici” tasnifinin politikanın yasalarına göre tam ve kararlı hale büründürülmemesinin etkisi vardır. Karşı-devrimci siyasetin İslam ve milliyetçiliği en pespaye siyasal argümanlarla yarı-feodal zincirlerden kurtulamamış köylülüğe geniş ve etkin bir alanda adeta zehirli bir şekilde empoze etmesi durumu ortaya çıkmıştır. Buna devrimci ve komünist hareketinde uyguladığı siyaset ve etkisi altında kaldığı aydınlanmacı çizgiden dolayı kan taşıdığını belirtmek gerekir. Bu durum dinle olan devrimci siyasetin tarihsel ideolojik çelişkisini ve karşıtlığını, yine tarihsel olarak politik ve pratik alana da en keskin biçimde taşımıştır. Oysa dinin etkisi altında olan bu köylü geniş kitleler sınıfsal olarak ülkenin sosyal ve ekonomik yapısından dolayı devrimin temel gücünü oluşturan bir toplumsal karakteri taşımaktadır.
Bu sınıfsal gerçeklik ekseninde sorunu ele almamak ve buna uygun bir siyaset üretememek, İslami kimlik taşıyarak da bu köylü kitlesi içinde devlete, egemenlere yönelen devrimci dinamiğini açığa çıkaramamayı getirmiştir. Aynı durum emperyalizme bağımlı yarı-feodal sosyal ve ekonomik yapıdan kaynaklı devrimci dinamiği bağrında taşıyan Türk ulusalcılığı da emperyalizme ve egemen sınıflara yöneltilememiştir. Tam tersine yine gerici devlet egemenliğine terk edilerek aşağılık bir şekilde ezilen uluslara (Ermeni, Rum ve Kürt) yönelik karşı devrimci, şovenist karakter kazanmıştır. Bu durum hiç kuşkusuz ülkemizin devrim stratejisi olan Köylü Gerilla Savaşının gerek kavranışındaki sorunlardan, gerekse de bunun etkin şekilde uygulanamamış olmasından da kaynaklanmaktadır. Zira bu savaş stratejisinin doğru kavranışı ülkenin doğru sosyal ve sınıfsal analizinden beslenecektir.
Kaypakkaya yoldaşın bu noktada ciddi bir ilk adımı atarak hamle yapması ve soruna sınıfsallık ekseninde bakarak sosyal ve kimliksel sorunlara yaklaşması durumu vardır. Ancak bu hamleyi ne geliştirip, olgunlaştıracak ve çok katmanlı olan diğer sosyal sorunlara el atacak zamanı olmuştur, nede bu gereksinimi ortaya çıkaracak yeterli sosyal pratiği. Ancak Kürt meselesi, devrimin temel gücü gibi meselelerde egemen olan ilerici ve gerici kavramlarını paramparça ettiği ve miras bıraktığı bir yöntemi ve berrak anlayışı vardır. Hala pırıl pırıl parlamaktadır.
Şimdi bu eksende Kürt ulusal hareketinin demokratik İslam kongresi anlayışına bakmakta fayda vardır. Komünist-devrimciler için esas mesele sosyal, kimliksel sorunları sınıfsallık temelinde ele alıp almamak, temel ilkelere bağlı kalarak bu sorunlar karşısında konumlanmaktır. Ulusal hareketin İslam meselesine de kendi demokratik konfedaralizm paradigmasının ilkeleri doğrultusunda baktığı, bu eksende ilişkilendiği açıktır. Buna Medine Sözleşmesi en güçlü kanıttır. Bizim eleştirel bakacağımız nokta ise ulusal hareketin “İslam’la gericiliği üretiyor” eksenine oturmuş aydınlanmacı anlayıştan değil bu paradigma ekseninde sorunu nasıl ele aldığına dairdir. Aksi tutumun MLM’nin meselelere sınıfsallık ve uygulanabilirlik eksenindeki bilimsel yaklaşımından kopmak anlamına gelecektir.
Kongrede Eleştirilmesi Gereken Hususlar
Peki Demokratik İslam Konferansı’nda eleştirilecek noktalar nelerdir. Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın kongreye gönderdiği mesajlara bakmak gerekir.
Birincisi, “İngiliz İmparatorluğu İslam ümmetini parçalamak için ulus devletçiliği, onun başat ideolojisi milliyetçiliği çok bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına, beynine ve rahmine yerleştirmiştir” demektedir Abdullah Öcalan. (Abdullah Öcalan, kongre mesajı) Bu yaklaşım sorunu aslında baş aşağı koymaktır. Ulusal hareketin tarih anlayışı ve toplumların gelişimine dair idealizminin tipik bir örneğidir. Ulus devlet, milliyetçilik sanki bir toplumsal maddi üretim sürecinin ürünü değil de, İngilizlerin İslam topraklarına bilinçli şekilde zehirleme operasyonu gibi sunulmaktadır. İngilizlerin evet İslam topraklarına yönelik kötücül politikaları vardır. Ancak bu sadece ulus devlet ve milliyetçilik gibi sonuçlardan ibaret değildir. Tam tersine serbest rekabet döneminde sömürgecilik politikasıyla barbarca toplumsal gelişimin ve yapının tarumar edilmesi, emperyalizm döneminde ise sermaye ihracı esasına dayanarak bu toplumların siyasal olarak köleleştirilmesi ve kültürel olarak kişiliksizleştirilmesidir. Yani toplumsal yapının olabildiğince azgın bir sömürü ağı ile gelişim dinamiklerinin dinamitlenmesidir.
Ki tarihsel gelişim ve ilerleme yasaları İngiliz emperyalizmi olmasa da hiç kuşkusuz ulus devletin ve milliyetçiliğin temeli olan kapitalist gelişmeyi İslam coğrafyasında belirleyici hale getirecekti. Ancak bir farkla kendi iç dinamikleriyle gelişen, uluslaşma sorununu bu bağlamda gerçekleştiren bir süreçle bu olacaktı. Yani İslam ümmetçiliği sadece tarihsel bir aşamadır ve kesin bir şekilde toplumsal gelişimin yasaları tarafından parçalanacaktır. Olan şey ise sömürgeci kapitalizmin ve onun üst aşaması olan emperyalizmin bu tarihsel gelişim sürecini kösteklemesi, sakatlaması ve günümüze yarı-sömürge ilişkileri ve feodal artıkların devretmesi şeklinde bir toplumsal yapıya mahkum etmesidir.
İkincisi, “Ama iki zalim merkezden kaynaklanan “Hizbullah” ve “El Kaide” bozguncuları esasında kapitalist hiçleştirmenin İslam ümmetinin başına bela ettikleri güncel faşizmi temsil etmektedirler.”(Abdullah Öcalan) Bu yaklaşım ağacı görüp ormanı yok saymaktır. Hizbullah ve El-Kaide’nin mücadele çizgileri, siyasal hedefleri, araçları, yöntemleri hiç kuşkusuz barbarcadır. Türkiye Hizbullah’ının özel olarak devlet tarafından Kürt hareketine karşı desteklenmiş, yönlendirilmiş ve manüple edilmiş özel ve özgün bir yapısı vardır. Bu hareketi bu niteliklerinden kaynaklı ve özellikle de egemen devlete yönelmeyen yapısından dolayı karşı-devrimci tanımlamak zorunludur. Ancak “güncel faşizmin” temsilcisi tanımı İslam toplumların başındaki gaddar ve zalim onlarca devlet ve bizzat emperyalizm gerçekliğini karartacak abartılı bir vurgudur. El-Kaide içinde aynı şey geçerlidir. Bu örgütün amaç ve hedefleri, ezilen geniş kitlelere yönelik kanlı yaklaşımları ile karşı devrimci karakteri vardır. Ancak aynı örgütün verili egemen sınıflara ve onların devletlerine karşı, emperyalizme karşı yürüttüğü bir radikal silahlı savaşımda vardır. Bu savaşımı zorba devletlerin ve emperyalizmin sömürü, baskı ve zulmüne karşı ezilen belli toplumsal kesimlerin bir öfkesine de karşılık gelmektedir. Rojava’da özel olarak oynadıkları karşı-devrimci rolleri dışında genel yönelimleri canice ve gaddarca yöntemlerle de olsa egemen devletleri ve emperyalizmi de içermektedir. Bu açıdan belli yönleriyle devrimci olmasa da emperyalizme karşı direnişçi bir yanları söz konusudur. Ancak karşı devrimci nitelikleri ve halklara düşmanlık çizgisi belirleyicidir. Bu niteliği olsa da İslam toplumunun başına bundan daha büyük bela olan gerici devletler ve emperyalizm olgusu dururken bu örgütü güncel tehlike ve faşizm diye belirtmek kuşkusuz nesnel bir tespit olmayacaktır.
Üçüncüsü, “Çağdaş bir Hüseyni, çağdaş bir Selahadini hareketin sentezi olmak, en önemli mutluluk, dolayısıyla iman kaynağımdır.” (A. Öcalan) Hüseyin ve Selahaddin’in çağdaş sentezi olmak iddiası tarihi ezen ve ezilenlerin temsiliyetine göre ayıramamaktır. Ezen sınıflara göz kırpmaktır bu yaklaşım. Hüseyin özgündür. Evet, dönemin koşulları içinde bir haksızlık ve büyük bir zulümle katledilmiştir. Ancak Selahaddin ezen ve egemen olan sınıfların tarihinin bir parçasıdır. Yayılmacı egemen bir politikanın da uygulayıcısıdır. Oysa İslam tarihinde ezilenler adına hareket etmiş ve bugün Kürt ulusal hareketinin farklı inanç, kültür, ırk ve ulustan kesimleri kapsayan paradigmasıyla ve İslam’ın ümmet anlayışıyla uyumlu tarihsel şahsiyetlerde vardır. Şeyh Bedrettin gibi tarihsel şahsiyetler vardır. Ezilenlerin tarihinin bir parçası olanlar, bugün ezilenlerin mücadelesinin rehberi olabilir.
Dördüncüsü, çok kimlikli, çok dilli ve çok inançlı bir ümmet ya da toplumsal sistemin bugüne çözüm üreteceği yaklaşımıdır. Hiç kuşkusuz hem ülkede hem de Ortadoğu’da bu anlayış güçlü bir demokratik gereksinimdir. Ancak bunu mutlak bir çözüm olarak ele almak bugün üretim ilişkileri bağlamında ortaya çıkan sınıfsal farklılaşmaları, bunun yarattığı çelişkileri ve çatışmaları yok saymaktır. Sosyal ve kimlik sorunlarının demokratik temelde çözümü önemlidir. Ancak sınıfsal çelişkiler var oldukça bu çelişkileri tam çözüme kavuşturmak imkansızdır. Ayrıca Medine Sözleşmesi yakın tarihte Nijerya’da bir bölgede deneyimlenmiştir. Ancak sonuç pekte çözüm üretememiştir. Boko Haram gibi daha radikal örgütlerin ortaya çıkmasına engel olamamıştır.
Sonuç
Demokratik İslam Kongresi sosyal ve toplumsal mücadelenin önemli bir ayağına yönelik bir müdahallik olarak görülmelidir. Bu açıdan eleştirilecek bir yanı yoktur. Bunu “İslamcı gericiliğe ayak uydurmak” gibi bir yaklaşımla ele almak Kemalist aydınlanmacılığın zincirlerinden kurtulamamak demektir. İslam anlayışı ekseninde toplumsal mücadele ve siyasal anlayışların olabildiğince yaygınlaştığı bu kesitte soruna bir anlayışın kendi ilkeleri ve paradigması ekseninde tutum alması politik bir zorunluluktur. Ancak ortaya konan anlayışın içeriğine yönelik eleştirel bakmak ve sorgulamakta bir gerekliliktir. Esas görevde budur.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu