GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Kıvılcımı Yangına Çevirelim! Birleşik Devrimci Mücadeleyi Yükseltelim!

"Egemenler, her anlamda halkın öfkesine, isyanına hazırlanmakta, “başının ezilmesi” için örgütlemektedir. Bütün bu gerçekler orta yerde dururken devrimcilerinde bu objektif duruma göre kendilerini örgütlemeleri gerekmektedir"

Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı 2021 yılına mücadele ve direnişle girdi. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyım rektöre karşı başlattığı ve giderek diğer üniversitelere yayılan eylemler ön plana çıksa da sınıf mücadelesinin diğer katmanlarının da eylem ve direniş içinde olduğunu ifade etmek gerekir.

Özellikle işçi sınıfının küçük ama yaygın eylemleri dikkat çekicidir.

Kadın hareketinin başta kadın katliamları olmak üzere ataerkiye yönelik mücadelesi sürmektedir. Bu eylem ve direnişlere köylülüğün hem çevre hem de ürettiğinin karşılığını alamamasına yönelik eylemlerini ve esnafların “açız” eylemlerini de eklemek gerekir.

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyım rektör atanmasına karşı başta öğrenciler olmak üzere üniversite bileşenlerinin gösterdiği direniş kısa sürede diğer üniversitelere de yayıldı. Kayyım atmasının yeni bir politika olmamasına rağmen, ilk kez bu kadar gündeme gelmesi ve tartışılması elbette Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “elit”liğiyle açıklanamaz.

Direnişin bu kadar yayılmasında faşizmin verdiği refleksin etkisi vardır. Rejim, öğrenci gençliğin son derece demokratik ve meşru taleplerine “terör” propagandasıyla yaklaşmış ve üniversite kapısına kelepçe vurarak tarihe geçmiş durumdadır.

Öğrencilere yönelik faşist terörle tırmandırılan gözaltı terörü, direnişi sonlandırmamış aksine daha da yaygınlaştırmıştır.

Faşizmin bu saldırganlığının nedenini sistemin içinde bulunduğu durumla açıklamak gerekir.

Faşist yönetim her açıdan sıkışmış durumdadır ve en ufak itiraza dahi tahammül edememektedir. Meselenin sadece sistemin faşist karakteri ile ilgili olmadığı görülmelidir. Elbette TC, kurulduğu günden itibaren faşizm ile karakterize olmuştur.

Ancak bilinmemektedir ki Türk hakim sınıfları, faşist karakterini maskelemek için çeşitli araçları kullanmış, politikaları devreye sokmuşlardır. Gelinen aşamada “Türk usulü başkanlık rejimi”yle birlikte, faşist yönetim bu araç ve politikalara ihtiyaç duymamaktadır.

İktidar bloğunun dışında herkes “terörist” ilan edilmiş, bırakalım Kürt halkının belediyelerine kayyım atanmasını, demokratik kitle örgütlerine bile kayyım atanmasını yasallaştırmıştır. Sadece devrimciler hedefte değildir. AKP-MHP iktidarının dışındaki herkes hedeftedir.

TC, ABD emperyalizminin uyguladığı “ya bendensin ya düşmansın” politikasını devreye koymuş durumdadır. Düzen dışı en ufak bir muhalefet dahi “düşman hukuku”nun uygulamasına yetmektedir. AKP-MHP bloğu ülkedeki sistem içi muhalefete dahi tahammül edememekte, ana muhalefet partisinin İstanbul İl Başkanı’na “terörist” diyebilmektedir. Ya da Ankara’da mafya bozuntusu faşistler sokaklara salınmakta ve muhalefet edenler saldırıya uğramaktadır.

Veya popüler kültürde ön plana çıkan kişiler hakkında “halkı kin veya düşmanlığa teşvik” adı altında soruşturma açılmaktadır. AKP-MHP ve Ergenekon artıklarının attığı bütün bu adımlar, uygulamaya koydukları politikalar sömürge düzeninin ve dolayısıyla kendi iktidarlarının “bekası” içindir.

Rejimin ‘yasal’ ve yasadışı faşist teröre başvurması elbette yeni değildir. Ancak son dönemde yaşananlar ve atılan adımlar bilinçli ve planlı bir stratejinin devreye sokulduğunu göstermektedir. “Cumhur İttifakı”nın ortakları iş bölümü yapmışlardır.

R.T. Erdoğan ittifak için görüşmeler yaparken, diğer ortak D. Bahçeli tehditler savurmaya devam etmekte, iplerini elinde tuttuğu lümpen çeteleri sokaklara salmaktadır. Deyim yerindeyse havuç-sopa politikası devrededir.

Korktukça saldırganlaşan rejim gerçekliği

3a.jpg

Boğaziçi Üniversitesi öğrencileriyle başlayan, devrimci parti ve örgütlere yönelik tutuklama saldırılarıyla devam eden ve nihayet Ankara sokaklarında düzen içi burjuva faşist partilere ve gazetecilere yönelen faşist terörün tek nedeni sistemin içinde bulunduğu durumdur.

Bu nedenle HDP’nin kapatılması ya da bir biçimde cezalandırılması hedeflenmektedir. AKP-MHP-Ergenekon faşist ittifakı, halk kitlelerinin kendisine yönelik öfke ve tepkisinin farkındadır. Bu direniş kıvılcımlarının birleşerek yangına dönüşmesini engellemek istemektedir.

Bu nedenle bir yandan en ufak direniş ve eylemlere faşist terörle saldırırken diğer yandan burjuva muhalefet içinde destek aramakta ya da kendisini eleştirenlere yönelik tehdit ve tacizlere başvurmaktadır.

Rejim asıl tehlikenin işçi sınıfı ve halkın içinde bulunduğu duruma yönelik hoşnutsuzluktan kaynaklı olduğunun bilincindedir. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum virüs salgınının etkisiyle daha da kötüleşmiş durumdadır.

Faşizmin bütün propagandalarına rağmen derin bir ekonomik kriz yaşanmaktadır. Krizin etkileri işsizliğin daha da artmasına, enflasyonun yükselmesine, alım gücünün düşmesine ve dolayısıyla yoksulluğun ve açlığın daha da büyümesine neden olmaktadır.

Neredeyse her gün borç, açlık, işsizlik ve yoksulluk intiharları yaşanmaktadır. Var olan çöküşü resmi veriler bile gizleyememektedir.

BDDK verilerine zamanında ödenemediği için takibe düşen alacaklar 8 Ocak itibarıyla bir önceki haftaya göre 596 milyon lira artarak 151 milyar 535 milyon liraya çıkmıştır (14 Ocak).

Bu duruma bir de egemen güçlerin salgın karşısında izlediği politika eklendiğinde sorunlar daha da büyümüştür. Sağlık kuruluşlarının açıkladığı rakamlar ve uyarıları iktidarın salgın konusunda tam bir halk düşmanı politika izlediğini göstermektedir.

Hakim sınıflar virüs salgını konusunda “çarklar dönsün” diyerek “sürü bağışıklığı” politikası izlemiştir.

Salgından en çok etkilenenler de işçi sınıfı ve halk olmuştur. İSİG’in 2020 Yılı İş Cinayetleri Raporu’na göre, en az 2 bin 427 işçi yaşamını yitirirken, en fazla ölüm 741 işçiyle virüs nedeniyle yaşanmıştır.

Türkiye hem vaka sayısında hem de virüs salgını nedeniyle hayatını kaybeden sağlık çalışanları sayısında dünya çapında ilk sıralarda yer almaktadır. Buna rağmen AKP hükümeti, virüs salgını karşısında göstermelik önlemler almaya ve halka yalan söylemeye devam etmektedir.

Sağlık Bakanı’nın aşı konusunda “adil ve şeffaf olacağız” açıklaması aslında bir itiraf olarak kaydedilmelidir. Bakan bu açıklamasıyla virüs salgını sürecini şeffaf bir şekilde yürütmediklerini itiraf etmektedir.

Aşı tartışmaları da bunu kanıtlar niteliktedir. Dünyada pek çok ülke aşılamaya başladığı halde, Türkiye’de aşılama gecikmiş durumdadır. Öte yandan Türk hakim sınıfları, halkı sadece bir aşıya mahkum etmiş durumdadır. Bu aşının etkisi ise diğer aşılara nazaran tartışmalıdır.

Türkiye’ye 25 bin BionNTech Covid aşısının getirildiği ve halka ise etkisi tartışmalı Çin menşeli Sinovac firmasının geliştirdiği aşıların verildiğinin açıklanması tepkileri daha da artırmıştır. Bilindiği üzere, Sinovac aşısının Brezilya’daki denemelerinde 50.38’lik koruma sağladığı bulunmuştur.

Bu duruma bir de aşılama sürecinin başlangıcında öncelik sıralamasında olmamalarına rağmen AKP MKYK üyelerinin de aşı olması var olan tepkileri daha da artırmış ve rejime yönelik güvensizliği daha da beslemiş durumdadır.

Kısacası işçi sınıfı ve emekçi halk çeşitli katmanlarıyla kendisine dayatılan yaşam koşullarına yönelik hoşnutsuzluk içindedir. Sokakta röportaj için mikrofon uzatılan her kesimden halk iktidara yönelik öfkesini dile getirmektedir. Üstelik insanlar, bu öfkeyi tutuklama riskini göze alarak ifade etmektedirler.

Öte yandan işçi sınıfının küçük ama yaygın eylem ve direnişleri söz konusudur. Köylüler ürettiklerini satamamakta, borçları nedeniyle hacize tabi tutuldukları için çareyi Ankara’da aramaktadır. Türkiye tarihinde pek alanlara çıkmayan esnaflar alanlara çıkmaktadır. Kadınların eylemleri sürmekte, Boğaziçi öğrencilerinin yaktıkları direniş kıvılcımı diğer üniversitelere yayılmaktadır. 

Sistem, bu direnişlerin devrimci bir önderlik altında birleşmesinden ve doğrudan kendisine yönelmesinden korkmaktadır. Bu nedenle bir yandan direnişleri parçalı tutmaya çalışmakta diğer yandan ise bu direnişleri faşist terörle bastırmaya çalışmaktadır.

Nitekim böyle olduğu içindir ki hakim sınıf sözcüleri öğrenci gençliğin son derece haklı ve meşru eylemlerine yönelik “terör” propagandasına başvurdular ve birden bire “darbe” tartışmaları içine girdiler. Faşizm başta öğrenci gençliğin bu direnişlerin birleşmesinden korktuğunu bütün açıklamalarında göstermektedir.

Öğrenci gençliğin direnişi hakim sınıf sözcülerini ürkütmüş ve hemen “terörle iltisak” açıklamaları devreye sokulmuştur. Bu da yetmemiş MHP Genel Başkanı D. Bahçeli: “Boğaziçi Üniversitesi’nden bir Gezi Parkı kalkışması çıkarmaya niyetlenmek başı ezilmesi gereken bir komplodur” açıklamasında bulunmuştur (6 Ocak). Hakim sınıfların yeni Gezi’lerden korkması ve dahası “başı ezilmesi gereken” olarak tanımlaması nedensiz değildir.

 

Faşist teröre ve saldırganlığa karşı birleşik devrimci mücadele

genclik696x426.jpg

Bu korku sadece açıklamalarda görülmemektedir. Rejim kendisine yönelik isyanlardan çekindiğini yeni düzenlemeleriyle ortaya koymaktadır.

Bu adımlardan birisi 5 Ocak 2021 günü Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile “Türk Silahlı Kuvvetleri, Millî İstihbarat Teşkilatı Ve Emniyet Genel Müdürlüğü Taşınır Mal Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” değişikliğin yayımlanmasıdır.

Yönetmelik değişikliğinin gerekçesi de “terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketleri” olarak tanımlanmaktadır.

Değişiklik gerekçesinde yer alan “toplumsal olaylar” ifadesi meseleyi fazlasıyla anlaşılır kılmaktadır! Faşist rejim olanca personeline rağmen bu durumu yeterli görmemekte ve yeni adımlar atmaktadır.

2020 Kasım ayı itibarıyla İçişleri Bakanlığı’nın bünyesinde kolluk kuvveti olarak görev yapan 579 bin 446 personel (313 bin 729 emniyet personeli, 203 bin 19 jandarma personeli, 7 bin 89 sahil güvenlik personeli, 29 bin 185 mahalle ve çarşı bekçisi ve 55 bin 609 da güvenlik korucusu) bulunmaktadır.

Bu sayı Kasım 2019 itibarıyla 542 bin 183 idi. Ayrıca bakanlığın envanterinde kısa ve uzun namlulu ateşli silahların yanı sıra 7 bin 333’ü zırhlı olmak üzere 62 bin 271 araç, 28’i silahlı olmak üzere 51 uçak, 2 bin 476 mini İHA ve drone bulunmaktadır.

31 Aralık 2019 itibarıyla Türkiye’nin nüfusu 83.154.997’dir. Buna göre her 143 yurttaşa silah kullanma yetkisi de bulunan 1 kolluk görevlisi (polis/jandarma/sahil güvenlik/bekçi/korucu) düşmektedir.

Bu duruma bir de “Bodrum-Yalıkavak fotosunu” eklemek gerekir.

Hatırlanırsa bu foto da “vatan için kurşun atan”, “bin operasyon yaptık” diyenler bir araya gelmiş ve kamuoyuna çok net bir mesaj vermişlerdir. Benzer biçimde rejim kendisine bağlı paramiliter güçleri de eğitmektedir.

Geçtiğimiz yıllarda da AKP iktidarı ile ilişkileri ve karanlık tarafları konu olan, Tokat ve Sivas’ta kurduğu iddia edilen silahlı eğitim kampları ile gündeme gelen SADAT A.Ş., bu kez de “suikast tekniği” ve “gayri nizami harp” eğitimleri, ile gündeme geldi.

Bu güçlerin 15 Temmuz darbe girişimindeki rolleri ortadadır. AKP milletvekili Şamil Tayyar’ın 15 Temmuz fotoğraflarıyla üniversite öğrencilerini tehdit etmesi nedensiz değildir.

SADAT’ın suikast tekniği ve gayri nizami harp eğitimleri verdiği basına yansımıştır. Bu eğitimlerin ne için, kime karşı, ne zaman kullanılacağı açıktır.

Rejimin özellikle Suriye, Libya ve Dağlık Karabağ işgal savaşlarında SADAT aracılığıyla örgütlediği, eğittiği ve sevk ettiği cihatçı çetelerin var olduğu düşünülürse, önümüzdeki süreçte bu güçlerin halka karşı saldırıda da çekinmeden kullanılacağı açıktır. 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşananlar, katliamlar bilinmektedir.

Siyasi cinayet ve halk katliamlarının ülkemiz tarihindeki örnekleri orta yerde dururken gladyo benzeri, paramiliter ve askeri bir örgütlenmenin basit bir “ticari faaliyet” olarak görülemeyeceği açıktır.

Rejim bir yandan kendi resmi kolluk güçlerini örgütler ve hazırlarken diğer yandan paramiliter güçlerini de “siyasi suikast” ve “gayri nizami harp” eğitimini “ticari faaliyet” adı altında sürdürmektedir. Türk devleti, SADAT aracılığıyla zamanı geldiğinde ve ihtiyaç duyulduğunda bu “faaliyetleri’ devreye sokacaktır.

Kısacası egemenler, her anlamda halkın öfkesine, isyanına hazırlanmakta, “başının ezilmesi” için örgütlemektedir. Bütün bu gerçekler orta yerde dururken devrimcilerinde bu objektif duruma göre kendilerini örgütlemeleri gerekmektedir. 

Son süreçte birleşik devrimci mücadele temelinde atılan adımlar bu tarihsel sorumluluğa uygundur. Faşizmin halka yönelik saldırı için yeniden örgütlendiği koşullarda birleşik devrimci mücadelenin önemi daha da artmıştır.

İstanbul’da örgütlenen pratikler, Ankara’da bu temelde yakalanan ortaklaşma, İzmir’de gerçekleştirilen işçi direnişiyle dayanışma ziyaretleri küçük ama anlamlı adımlardır.

Bu adımlarımızı büyütmek, özellikle de mahallelerde öz savunma temelinde örgütlenmek, işçi direnişleriyle dayanışma ve birleşme hedefini sürdürmek, öğrenci gençliğin mücadelesini daha da büyütmek, kadın katliamları başta olmak üzere ataerkinin her türlü saldırısına karşı mücadeleyi kararlılıkla sürdürmek, başta Kürt ulusu olmak üzere ulus ve milliyetlere, Alevi inancı başta olmak üzere inançlar üzerindeki her türlü faşist baskıya karşı mücadeleyi kararlıca sürdürmek gerekir. Anın görevi kıvılcımları birleşik mücadele temelinde birleştirerek yangına çevirmektir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu