MakalelerPusula

Gelişmenin en büyük düşmanı alışkanlıktır!

Samuel Beckett’in “Godot’u beklerken” isimli eserini son cümleleri şöyledir:

Vladamir. Gidelim mi?

Estragon. Gidelim.

(Kıpırdamazlar!)

Halinden şikayetçi olup da değişimi savunup da adım atmaya gelince “gidelim” deyip kıpırdamamak; her zaman ilerlemenin, gelişmenin, kendini aşmanın önündeki en büyük engel olmuştur. “Gidelim” dendiğinde yekinip yerinden kalkmak, bir bilinmeze olsa bile yürümek, aslında gelmeyeceği bilinen Godot’u beklemekten kurtulmak ve belki de kendi “kaderini” eline almak olacaktır. Fakat niyete rağmen, alışkanlık belki de konformizm veya “yürek tembelliği” sonucun kıpırdamamak olmasına yol açar.

Wollstonecraft’a göre “ilerleme, tarihsel sürekliliğin durduruluşudur, kurumların ve teamüllerin/alışkanlıkların gelişiminden değil, insanın yeni bir başlangıca adım atmak için teamülük otoritesinden kopma yeteneğinden meydana gelen bir imkandır.” (Aktaran; Löwy M., “W. Benjamin, Yangın Alarmı”, s. 144, dipnot: 11, Versus)

Kelime anlamı itibarıyla alt üst etmeyi, devirmeyi, fırtınaları dahi göğüslemeyi içeren bir sıfata sahip olan devrimcilerin bile “gidelim” deyip “kıpırdamadıkları”, her seferinde bir neden ürettikleri örnekler çoktur. Değişimi, gelişmeyi ve ilerlemeyi, mevcut çalışma alışkınlığıyla, aynı ele alışla eğer gerekiyorsa –yaşam bunu dayatmışsa da- tedrici bazı değişimlerle yapabileceğini sanmak, tekrar ve tekrar var olana sığınmak, teamülün-alışkanlığın o kahredici otoritesinden kopmamak demektir. Yani olana ulaşmak, zamanın getirdiklerine cevap olabilmek, eskiyi olduğu gibi taşımak, teamüllere/alışkanlıklara sıkıca bağlanmakla olmaz. Deneyim dene şey, geçmişin önümüzdeki yolu belirleyerek zincirlenmiş gibi bizi yerimize sabitlemesi ve önümüzden akıp giden yaşama seyirci kılması değil, sadece ve sadece “bizleri tehlikeli kayalıklardan uzaklaştıran farlar”dır. (agy) Deneyime daha fazla bir rol biçilmeye ihtiyacı yoktur. İçinden geçilen sürece, yaşamın an’daki çelişkilerine cevap olmak gibi! Deneyimlere “far” olmaktan daha fazla bir rol biçmenin sakıncaları çok fazladır. Bu yapılmaya başlandığı andan itibaren teammülerin/alışkanlıkların sınırları bizi çevrelemeye, kısıtlamaya, ufkumuzu daraltmaya ve nihayetinde niyet olsa bile “kıpırdamamaya” götürür.

 

“Ağır ölüm!”

Zaten her dönem güçlü bir tutkuya, iradeye, bilince, yaratıcılığa ve hayalgücüne sahip olmamız gerekirken içinden geçtiğimiz süreçte bizi anlık bile olsa duraklatan her “alışkanlıktan” kurtulmamız gerekir.

Alışkanlıklar/teamüller rahat sığınılacak limanlardır. Bilinenin verdiği güven, konfor bizi alışkanlıkların kuş tüyü rahatlığında beklemektedir. Alışılageldik kitle ilişkileri, şiarlar, sadece gazete dağıtımı ve birkaç konuşmaya dayalı bir faaliyet! Zaman buldukça okunan kitaplar vb…

Alışkanlıklar sorgulandığında “varolanın korunmasının tek yollu”, “bu koşullarda yapabileceklerimin en iyisi” cevabını almak içten değil. Gelişmenin, ilerlemenin yolunun alışkanlıkları sürdürmek olduğu sanılır! Oysa farkına varılsa da varılmasa da “ağır ağır ölür/alışkanlığın kölesi olanlar” (*) Bu hem tek tek bireyler için geçerlidir hem de kurumlar, örgütlenmeler için. Alışkanlıklarının kölesi olanlar için yaşam, mücadele düz, kaosun olmadığı bir yerdir. Tıpkı burjuva eğitimde çok sık geçtiği gibi “insan doğar, büyür ve ölür” gibi “bir devrimci örgütlenir, bazı semtlerde gazete dağıtır, kendisine söyleneni yapar sonra ya buradan bir şey çıkmaz deyip saflardan ayrılır ya da alışkanlıklarına hapsolmuş bir şekilde ‘mücadeleye’ devam eder.” Yani üretimin olmadığı, koşulların zorlanmadığı bir anlayış ortaya çıkar. Bir karmaşa, zorluk çıktığında “bu da nereden çıktı?” edasıyla yaklaşılır. Çünkü, kendilerinin bir “devrimci” olarak aynı zamanda çözüm gücü olmaları gerektiğini düşünmezler. Ve “ağır ağır ölür…/ Daha işe koyulmadan o işten el çekenler.”

Oysa yaşam, denge üzerine değil dengesizlik üzerine, belirlilik üzerine değil belirsizlik üzerine oturtulmuştur. Hele ki, çok sayıda gücün savaşımı olan siyasal yaşam, en ayrıntılı hesapçılığın, en nitelikli bakış açısının bile sadece tahmin edebileceği. Bir bakış fırlatabileceği ölçüde karmaşık, zengin, canlı ve çok yönlüdür. Bu karmaşa, çok yönlülük iyi bir siyasal özne için fırsattan başka bir şey değilken alışkanlıklarıyla hareket edenler için bunlarla başa çıkılamaz, hareket edilemez!

Alışkanlıklar/teamüller ortaya çıkan yeni olanakların görülmesini engeller. Onlar için tükenmiş bile olsa “eskiye sarılmak”, oradan bir şeyler çıkarmak hep tercih edilir. Fakat adı üstünde “tükenmiş”! Yani istenildiği kadar zorlansın ortaya çıkabilecek olanaklar, kapasite bellidir. Tükenmişlikten bir şey çıkarılamayınca önce karamsarlık sonra umutsuzluk başlar. Karamsarlar, umutsuzların yüzlerini yeni olanaklara çevirenlerin umudunu görüp, sahiplenmek yerine onları da karamsar dünyalarına çekmeyi istemeleri de bir “alışkanlıktır”. Ağır ağır ölürken ve bunu içten içe hissederken, yaşamın canlılığı zor gelebilir çünkü!

 

Düşlerine sıkı sıkıya sarılanlardan olalım!

“Ağır ağır ölür

Bir düşü gerçekleştirmek adına

Kesinlik yerine belirsizliğe

kalkışmayanlar

Hayatlarında bir kez bile

Mantıklı bir öğüdün dışına çıkmamış olanlar…”(**)

Alışkanlıkların terk edilmesi en başta amaçlarda net olmayı ve bu uğurda zor da gelse güçlü bir irade gösterebilmeyi gerektirir. Amacına güçlü bir bağlılık göstermeyenin, alışkanlıklarını değiştirme riskini göze alması, onları sorgulaması beklenemez. Garanticilik, alışkanlığa köle olanların en temel özelliğidir. Ve “gidelim” deyip duran ama yerinden kıpırdamayan Vlademirler, Estragonlar kaplar ortalığı! “Gidelim”i sarf edebilmenin iç huzuruyla, kıpırdayamamalarını, sınırları içinde hapsolmalarını tek bir an bile kendi hareketsizlikleriyle sorgulama gereği duymazlar. “Gidelim” demişlerdi ne de olsa! Söz eylemin yerine geçmiştir! En keskin sözleri söyleyenler; en haklılar ve içlerini boşaltmış olmanın etkisiyle en huzurlular olup çıkıverirler.

Bilinç, esneklik, yaratıcılık, tutku, irade ve hayal gücü… Düşlerine sıkı sıkı sarılmayanlar, düşleri için kıpırdamayı göze almayanlar, girilmemiş ormanlara girmekten, ulaşılmamış limanları hedeflemekten korkanlar, kendileri fark etmeseler de “ağır ağır ölür!” Elindekini kaybetme korkusu, koskocaman bir dünyanın güzelliğini keşfetmekten alıkoyar onları.

“Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözümezsiniz” demiş Einstein. Sorunlarla boğuşurken kendi yarattığımız, mücadeleye cevap olamayan düşünce düzlemi sorgulanmadan, kopuşulmadan, tekrar tekrar aynı alışkanlıklar üretilip durur. O zaman geriye Sefagül yoldaşın söylediği şu sözleri pratiğe dökmek kalıyor;

“Çeliş ki, gelişesin!

Çeliş ki, uzlaşmayasın!

Çeliş ki, değişesin! Çeliş ki, yıkasın!

Çeliş ki, kurasın!

Çeliş ki, ÖZGÜRLEŞESİN!”

Düşlerine sıkı sıkıya sarılanlar ve düş gibi bir dünya kurmak isteyenlere…

* Jose Marti, Küba’nın İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşının önderi

** Pablo Neruda’nın “Ağır ölüm” şiirinden

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu