Makaleler

Milliyetçiliğe yeni kılıflar;Türklüğün ve Türkçülüğün Çıkmazları

Aslında bütün tartışma Kadir İnanır’ın, Tatar Ramazan’ı sahneden gerçeğe, kendi hayatına uyarlamasıyla başladı. Gerçekten de İnanır röportajı kendi içindeki tutarlılığı ve samimiyetiyle büyük bir ilgiye mazhar oldu.

Her ne kadar, sanatçı ve aydın kabul edilen kategorinin esas eğilimi olan, koşulların oluşmasını bekleme, iktidara göre şekillenmeden payını almışsa da, başka bir ifadeyle açıklamaları bize göre geç ve yenilik içermeyen türden olsa da bunların dile getirilmesi iyi oldu diyebiliriz.
Söz konusu röportaj, sonradan görme (kendi ifadesidir) Ertuğrul Özkök’e eleştiri içermesiyle kendisini hayli üzmüştü. Ne diyordu Özkök kısaca, “Kürt sorunu çözülürken bir Türk sorunu yaratılıyor. Türklerin de hassasiyetleri olduğu unutulmasın”. Hassasiyet kelimesi, Türk milliyetçiliğinin ağzında o kadar kirlendi ki, kullanmak istemezsiniz. Zira Ermenilere jenosid uygulayan Türk Devletinin hassasiyeti Iğdır’da Türklere uygulandığı iddia edilen bir Soykırım(ın) Anıtı olarak tezahür eder.

Irkçılık ucube kafası… Ya da çok uzağa gitmeden, Tarlabaşı’nda Kürtlere yönelen silahlı saldırının failleri sadece “hassas vatandaşlardır”. Evet, bu ülkede bir “Türk hassasiyeti” var, aşırı milliyetçilik dozuyla uyuşturulmuş kitlelerin alışmak istemediği, görmeye tahammül edemez hale geldikleri Kürde yönelmiş bir hassasiyet bu.

Her yerden tezahür edebilir: Dün Tarlabaşı, Antakya, Adana, Zeytinburnu, Afyon olur; bugün Sinop, Samsun diye devam eder. Bu hassasiyet ırkçılıktan beslenmekle, jenositten öylesine mülhemdir ki, imhaya odaklanır ve doldurulmuş kitlelerin dağılması için kan akması bazen yetmeyebilir.
Özkök, hiç de özeleştirel olmayan bir üslupla eleştiriyi cevapladı. Ahmet Kaya’ya yönelen linç kampanyasının uygulayıcısı olmakla itham edildiğinde verdiği cevabın “Bir ben mi hatalıyım” ünlemesiyle tecelli etmesinin dahi daha muteber olduğunu not edelim. Şimdi, ne diyor, “Kürt sorununun çözümünde engel bensem, Türklükten istifa ediyorum”. Mealinde yani.

Sevsinler, diyemeyeceğiz. Ülke çapında bir sorun bağlamında kendisini koyduğu yerin büyüklüğünün kerameti nereden bilinmez ama birileri ona, kendisinin bağlam içinde hayli küçük bir yere sahip olduğunu söylemeli. Biz zaten yalaka olduğunu biliyoruz.
“Sıkıysa beyaz Türklükten istifa etsin” önerisi istifa beyanı kadar ciddiyetsiz olsa da Özkök’ü tedirgin etmeye yetmişti. Hemen uzlaşı arayışına girişti. Ahmet Hakan’a verdiği cevapta, önce Türklükten istifa etmekle, beyaz Türklükten de istifa etmiş olacağı tümdengelimini ileri sürdü.

Sonra ne kendisinin Beykoz’dan, ne de A. Hakan’ın Nişantaşı’ndan vazgeçebileceğini hatırlattı. Mevziler sağlam, kaygılar ortak.
Ertuğrul Özkök gibileri yalnız değildir. Bunların siyasetten anlamadığı düşünülmesin. Hangi argümanın hangi zamanda prim kazandıracağını gayet iyi bilirler. Kişisel geçmişleri karşılarına çıkarıldığı zaman, geçmişteki hatalar geçmişin kötü koşullarının bir sonucu olarak gösterilip temize çıkartılır. Böyle yapmakla şu anda yaptıkları da masumane bir kılıfa bürünmüş olur.
Şimdilerde siyasal piyasada geçerli akçe, aslını inkar etme düzeyinde olmasa da restorasyon sürecine uygun bir dildir. Ne var ki, dil hep ağrıyan dişe değdiği için asıl dertlerini gizlemeye yetmiyor hiçbir argüman.

ertuğrul özkekEskinin “ülkücü” faşisti Mümtaz’er Türköne başka bir açıdan tartışmaya dâhil oldu. Köşe yazılarında ve bir televizyon programında Türklük tanımının yeniden içeriklendirilmesini, etnisite sınırlarına hapsedilmemesini önerdi. Hatta daha ileri giderek Türkiyelilik tanımının yeni vatandaşlık tanımı için kâfi gelmeyeceğini belirtti.
İlkin ilerici bir söylem gibi görünen bu sözlerin arka planında değil sözlerin ve yazının bütünlüğünde yapılan itiraf, inkâr politikasının mevcut haliyle miadının doldurduğu ile sınırlıdır. Zira gazetedeki yazılarından birinde “Türklüğü bir milletin kimliğinden basit bir etnik kimliğe kim dönüştürdü? Bu kötülüğü bize kim yaptı? …Kuru kuru milliyetçilik olmaz” diyen Türköne’nin öfkesinin biraz da bir türlü asimile edilemeyen Kürtler olduğu yeterince açık değil mi?
Yol arkadaşlarına yönelik nasihatini Kürtlerin de kendilerini var edebilecekleri bir millî kimliğin oluşturulması olarak sunması, Türköne’nin yol arkadaşlarının eski görünse de uzak olmadığını gösteriyor. Türköne’nin önerisi asla ulusal eşitlik yönünde değildir ki, havsalasının bunu sağlamadığını tespit için Nihal Atsız pergeline gerek yoktur.

Türk olmayan uluslara esasen zorla giydirilen gömleğin sökülüp atılmasını değil esnetilmesini, yamanmasını öneriyor. Bırakın Türklük baki kalsın, diyor. Bunun yöntemleri konusunda ayrı düşüyor diğerlerinden. Dağa taşa yazmaktansa, her gün küçük çocukları “Türküm…” andıyla bağırtmaktansa, incelikli politikalar öneriyor. Cemaatin yöntemleri yeterli bir ilham kaynağı olmuş onun için.
Geçmişle yüzleşme düzeyi muhatabının samimiyeti için pek geçerli veriler sunar. Türköne’nin yüzleşmesi, “Ülkücülerle birlikte hareket etmeye başladım. Onlara mecburan katıldım. Tek başınıza yaşamıyorsunuz… Hiç, MHP’li olmadım.Türkeş’i hiçbir zaman sevmedim” (Aksiyon, 2009) düzeyinde kalınca samimiyet testine gerek kalmıyor. Milliyetçilikten vazgeçen yok.

Özkök de bir yazısında biraz da övünerek “İsminde milliyetçi olan bir partiye hiçbir zaman oy vermedim” diyordu. Özcesi MHP’li olmamak iyi milliyetçilik olarak piyasaya sunuluyor bugünlerde. Ülkü Ocağı lideri olmuş, halk düşmanlığı yapmış, devrimci kanı dökmüş Türköne mi? O, hiç MHP’li olmamıştır. Daha ne olsun!
Anayasal tanımın nasıl düzenleneceği önemli bir husus olmakla beraber, tanımın uygulama ve zihniyetin bir yansıması olarak kalacağı açıktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı olarak adlandırılan çözüm formülünün eşitlik ve özgürlük temeline dayandığı, formülün bu temel üzerine inşa edildiği açıktır.

Bu önerme siyasal hattımızın sınıf karakterinin esasen ulus renginden soyutlanması meselenin önemsiz olduğu çıkarımına yol açmaz, zira önemi tecrübe ile sabittir. Karşı devrim cephesinin ulusal meselede izlediği yolu da kendi sınıf karakteri ve çıkarları belirlemektedir.
Bir nevi kelime oyunlarından mütevellit bahsi geçen tartışmanın odağında güçlü bir devlet özlemi yatmaktadır. Önerilerine verdikleri örnekler niyetlerini yeterince açık ediyor: İngiliz milliyetçiliğinden vazgeçilebilir ama Britanya milliyetçiliğinden vazgeçilmez. Britanya milliyetçiliği diye bir şey olmadığını, bunun sadece İngiliz milliyetçiliğinin bir kılıfı olduğunu bir İrlandalı’ya sormak akıl kârı olandır.

Milli kimlik mi inşa edeceksiniz? Buna hakkınız olup olmadığını hiç tartışmayalım. Bir öneri de biz sunalım: Gidin Kürtlere, Ermenilere, Araplara sorun önce.
İmha ve inkâr anlamında ihmal edilmeyen Kürdistan coğrafyasının (sadece T. Kürdistanı değil) aslında iktisadî açıdan da ihmal edildiği anlaşıldı!

Uzun zaman önce ucuz işgücü olarak keşfedilen Kürtlerden sonra, hammadde ve pazar alanı olarak Kürdistan’ın önemi paha biçilmezdir artık. Üstelik Kürtlere bağımsızlığı önceki zamandan daha yakın kılan konjonktür, açıkça bunu dayatmaktadır.

Ulusal hak eşitliğine katlanmaktansa mevcut milliyetçiliklerini söylem düzeyinde ırkçılıktan arındırma telaşının kaynağı işte bu iktisattır.

Devleti, devlet aygıtını elinde bulunduran sınıfları Özkök ölçeğinde küçültürsek; doğrudur ne Beykoz villalarından vazgeçilir, ne Nişantaşı’ndan ne de Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü kaynaklarından.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu