GüncelMakaleler

Politik-Gündem | Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak; “Önümüzde Çetin Ama Şanlı Mücadele Günleri Var!”

"Yeryüzü büyük kaynamalara, isyanlara ve toplumsal alt üst oluşlara gebedir; katledilişinin 47. yılında Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın sözleri gelecek açısından takınmamız gereken tutuma işaret etmektedir: “Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var. Sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım!”

Koronavirüs salgını tüm dünyayı etkisi altına almaya devam etmekte ve yıkıcı sonuçlar ortaya çıkartmaktadır. Yaklaşık altı aydır salgınla mücadele devam ederken, 4 milyon insan hastalığa yakalanmış, 200 bin insan ise hayatını kaybetmiş bulunuyor.

Önleyici aşının-ilacın hala bulunamamasından kaynaklı olarak salgın, yerküreyi ciddi olarak etkilemeye devam etmekte. Küresel çaptaki salgınla mücadelede; fiziksel mesafenin korunması, maske takılması ve zaman zaman sokağa çıkma yasaklarının uygulanması dışında, tıbbi olarak alınmış başka önleyici tedbir de yok!

Salgınla birlikte, sınırların kapatılması; üretime ara verilmesi, turizm ve ticari alışverişlere getirilen sınırlama, birçok hava şirketinin yanı sıra küçük ölçekli iş yerlerinin ve hizmet sektörünün iflas etmesi ve kapanan fabrikalarla milyonlarca insan işsizler ordusuna katılmış bulunuyor.

Tüm bu gelişmelerle birlikte bir süredir yoğun bir şekilde Koronavirüs sonrası “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” tezi tartışılıyor. Tüm toplumsal sınıfların gündemine giren ve tartışılan bu tez, milyonlarca insanı etkilemiş bulunuyor.

Soru şudur; bu belirlemeden kim ne anlıyor? Burjuvazinin, devrimci-demokratların buna verdiği cevap elbette bir ve aynı değil, olamaz da.

Tarihsel bir perspektifle; Serbest rekabetçi kapitalizm ve onun en yüksek aşaması olan emperyalizmden bu yana yeniden üretim periyodik olarak ekonomik krizler tarafından kesintiye uğramıştır. Kapitalizmin bunalımı aşırı üretim bunalımlarıdır. Bu, halk kitlelerinin satın alma gücünden fazla meta üretilmesinin doğrudan sonucudur. Aşırı üretilen metaların pazar bulamaması sonucu depolarda kalmasıyla kapitalistler, bir süre üretime ara verdiği için milyonlarca işçi işsiz kalır. Şehirlerde ve kırda küçük üreticiler ve yan sanayi yıkıma uğrar.

Ekonomik kriz, kapitalizm öncesi toplumlarda da vardı. Bunun nedeni üretim fazlasından değil, toplumsal ya da doğa felaketleriydi. Savaşlar, kuraklık, seller ve salgın hastalıklardı. Kısaca sınırlı üretim ve geniş halk kitlelerinin gereksinimlerinin karşılanamaması iktisadi krize neden oluyordu.

Kapitalist aşırı üretim bunalımları, ortalama her on yılda bir yenilenir. Aşırı üretim krizleri 18. yüzyılla birlikte kendisini gösterdi. İlk ekonomik kriz 1825 yılında İngiltere’de patlak verdi. 1836 İngiltere’de başlayan bunalım, 1847 ve 1848 ilk dünya bunalımıydı. 1857 yılındaki bunalım ABD ve Avrupa’yı etkiledi ve bunu 1873 bunalımı takip etti. 20. yüzyılda ise 1900, 1903, 1907, 1920/21, 1929-1933 bunalımları izledi.

Kapitalist aşırı üretim bunalımları kaçınılmaz olarak tarıma da yansır. Tarımda da aşırı üretim tarım bunalımlarını beraber getirir. Tarım bunalımları da bazen uzun süreli bunalımlara yol açabilir. 19. yüzyılın sonuna doğru Batı Avrupa, Rusya ve ABD’yi kapsayan tarım bunalımı, 1870 yılların başlarında başladı ve 1900 yılların ortalarına kadar sürdü.

Bunun nedeni deniz taşımacılığıyla birlikte Hindistan, ABD ve Rusya’dan büyük miktarda tahılın Avrupa pazarlarına ulaşmasıydı. Ucuz bir şekilde Avrupa pazarlarına ulaşan tarım ürünlerine Avrupalı köylüler ve tüccarlar daha fazla dayanamadı. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra halkın satın alma gücünün düşmesi sonucu 1920’de ABD, Kanada, Arjantin, Avusturya ve Avrupa’da büyük ölçekte tarım bunalımı başladı.

Kapitalist-emperyalist sistemin en büyük ekonomik krizlerinden bir de 1929 krizidir. Kriz, daralan pazarların yeniden paylaşılması olarak savaşa yol açtı. Savaş, beraberinde bir yıkımı da birlikte getirdi. 67 milyon insan hayatını kaybetti. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı 1941 yılından sonra Sosyalist Sovyetler Birliği’nin yıkılması hedefiyle gelişti. Savaş sonrası kapitalizm kendisini yeniden dizayn etti. Görece bir istikrar devresine girdi. 1974 petrol krizi sistemin en ciddi krizi olarak kendisini gösterdi. Bunu irili ufaklı diğer ekonomik krizler izledi.

“Küreselleşme” ile birlikte emperyalist sistem krizlerini bölgesel savaşlar çıkartarak, yeni pazarlar elde etme ve silah ticaretini geliştirerek atlatmaya meyil etti. 2008 krizi emperyalist sistemi ciddi olarak sarsa da kriz siyasal bir krize evrilmediği için, sistem krizi yöneterek durgunluktan canlanmaya ve kalkınmaya doğru bir seyir izlerken, Aralık 2019 Koronavirüs salgını yeni bir ekonomik krizin habercisi oldu.

2020 krizi önceki krizlerden farklık gösteriyor. Krizi, salgınla birlikte üretime ara verilmesi ile kapitalizmin azami kâr oranının düşmesi derinleştirmiştir.

Pandemiyle birlikte her ülke kendi ulusal sınırlarına kapanmış durumdadır. Kapitalistler daha önce ürettiklerini satamıyorlar, pazarlar daralmış durumdadır. Ara verilen üretimle birlikte kapitalistlerin kar oranı düşmüştür. Bu elbette ki bir ekonomik krizdir. Burada ince bir ayrım çizgisi olarak, aşırı üretim krizinin dışa vurmasından öteye üretime ara verilmesinden söz edilmelidir.

İşte tam da bu nokta da, “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” tezi ortaya atılmış ve tartışılmaya devam edilmektedir. Emperyalistler cephesinden “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” tezi, daralan üretimle birlikte düşen kâr oranın birçok tekeli iflasa sürükleyerek, zayıflayan tekelleri büyük tekellerin yutması ve ortaya daha güçlü tekellerin çıkmasını anlatmaktadır.

Diğer yandan küçük ölçekli üretim yerleri, köylülük ve hizmet sektörünün önemli ölçüde etkilendiği bu süreçte, işsizler ordusuna milyonlarca yeni işsiz katılacaktır.

Yoksulluk artacak, sağlık sektörü daha da ticarileşecek ve önleyici sağlık yerine kâra dayanan sağlık daha da öne çıkacaktır. Konut sorunu, toplumsal bir sorun haline gelecektir. Ekonomik krizle birlikte kitlesel göçlerin ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. Tekeller yeniden üretime geçtiklerinde işçileri daha ucuza çalıştıracak ve sarı sendikalar işçilerin haklarını savunmaktan çok, verilene razı olmaya ikna görevini üsteleneceklerdir.

Sermaye Eskisi Gibi Değil; Artık Daha Sömürücü ve Faşizan!

İşte tam da bu noktada ezilenler açısından “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” tezinin nasıl şekilleneceği önem kazanmaktadır. Kimi sivil toplumcu anlayışların iddia ettiği gibi, “kapitalizm içinde refaha” kavuşmayı esas alarak, kazanandan daha fazla vergi, reformlarla düzeni kutsayarak düzeltmek için mi çalışılacak? Yoksa kapitalizmin yıkılması için yeni bir mücadele mi geliştirilecek? Buna doğru bir cevap verilmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır!

Reformlar için mücadele elbette red edilemez. Kazanılmış hakların korunması, yenilerinin elde edilmesi için mücadele yürütmekte olmazsa olmazdır. Ancak, devrimciler ve komünistler için “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” tezi sistemin restore edilmesini değil kapitalist-emperyalist sistemin kökten yıkılmasının gerekliliğine işaret etmektedir.

Bu kriz siyasal bir krize dönüşmedikçe, düzen kendisini bir şekilde yeniden dizayn edecektir.  Sistemin para rezervleri kendisini yeniden ayağa dikmeye elverişli görünmektedir. Bunu büyük ekonomilere sahip emperyalist ülkeler bir süredir dile getiriyor ve halk kitlelerinin “kendilerine güvenmelerini” istiyorlar.

Devrimciler, komünistler ve anti-emperyalist güçler ortaya çıkan sonuçları tüm boyutlarıyla incelemeli ve kendi tezlerini halk kitlelerine, işçi sınıfına ve ezilenlere sunmalıdırlar.

Dünya ölçeğinde anti-emperyalist oluşumlar cılız haldedir, mücadeleleri de güdüktür. Komünistlerin ideolojik birliktelikleri de oldukça zayıftır. Komünist partiler dağınık ve aralarındaki bağlar çok sınırlıdır. Bir enternasyonal birlik oluşturup merkezi politikalar belirlemek şu an çok uzak bir hedeftir. Salgınla birlikte ortaya çıkan yıkıcı sonuçlardan etkilenen ezilenler, kendiliğinden de olsa sokağa çıkacaklardır. Bu toplumsal refleksin doğal sonucudur.

Sorun tam da burada başlıyor ki kendiliğinden hareketlerin başarıya ulaşma şansları yoktur. Bu hareketler, yer yer çok sınırlı bazı haklar elde etse de (Fransa’da Sarı Yelekliler hareketinde olduğu gibi), çoğu bunları da elde etmeden sönüp gitmiştir. Örgütlülüğün önemi tam da burada ortaya çıkmaktadır. Burjuvazinin örgütlü hareketlere, komünist partilere, sendikalara, demokratik kitle örgütlerine saldırması boşuna değildir.

Son dönemlerde birçok çevre tam da bu temelde yeni arayışlar içine girmiş bulunuyor. Bunu sadece ilerici ve anti-emperyalistler yapmıyor. Faşist hareketler de yapıyor. Yeni yol ve yöntemler bularak kitleleri etkilemeye ve örgütlemeye çalışıyorlar. Almanya’da “özgürlüklerimiz kısıtlanamaz” sloganıyla insanları sokağa çıkartanların Alman faşist örgütleri olduğu açığa çıktı. Alman faşist hareketi, hiçbir sembol taşımadan, genel ve herkesin kabul edeceği bir şekilde “özgürlük” sloganı üzerinden insanları sokağa çağırmakta ve bunda da görece başarılı olmaktadır.

Keza Fransa’daki faşistler de Koronavirüs’ün sorumlusu olarak göçmenleri, sığınmacıları göstermektedir. Sokağa çıkma yasağının olduğu dönemde bazı banliyölerde yaşanan olayları, “Fransızların sağlığını tehlikeye atıyorlar” şeklinde yansıtan Milliyetçi Cephe Hareketi Başkanı Marine Le Pen, göçmenleri “pislik” olarak damgalayarak hedef göstermiştir.

Bu tutum, emperyalist sermayenin krizi, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı geliştirerek başka bir deyişle sorunun kaynağı olan “düşmanlar” bulma politikasıdır. Bu, ABD, İngiltere ve Avrupa ile bizim gibi ülkelerde kendi özgünlükleriyle kendini üreten bütünlüklü bir stratejidir!

AKP/Saray Rejimi Kendi Darbesine Hazırlanıyor!

Kuşkusuz benzer bir yaklaşım Türk hâkim sınıflarında da görülmektedir. AKP-MHP faşist ittifakı, Koronavirüs sürecini uzun süredir yaşama geçirmek istedikleri projeleri için bulunmaz bir fırsat olarak görerek harekete geçti. Ancak salgının açığa çıkardığı ekonomik ve toplumsal sorunlar, AKP/Saray rejiminin geniş emekçi yığınlar nezdinde teşhir olmasının zeminini hazırladı. Gerek burjuva, gerekse de devrimci, demokratik muhalefetin zayıflığına rağmen sürecin genel karakteri bunu anlatmaktadır.

Nitekim Türkiye ekonomisi 2019’un ilk iki ayında yüzde 2,4 ve yüzde 1,6 olmak üzere iki kez üst üste küçülme yaşarken, 2019’un bütününde yüzde 0,9 büyüme kaydetti. Ancak Uluslararası Para Fonu (IMF), 2020’de Türkiye ekonomisinin yüzde 5 küçüleceğini öngörüyor. Bunun doğrudan sonuçlarından biri işsizlik olacaktır. Geniş tanımlı işsizlik, Şubat’ta yüzde 22,1 seviyesine ulaştı. Mart 2020 sonrasında işsizliğin gerçek rakamlar itibarıyla yüzde 35-40’lara ulaşması bekleniyor. İşsizliğin geniş emekçi kitleler için büyük bir yoksulluk ve yoksunluk yaratacağına ise şüphe yok. Yapılan anketlerde her toplumsal tabakadan, kitlelerin ekonomik sorunları ve geçim kaygısını, iktidarın tüm kutuplaştırıcı ve düşmanlaştırıcı politikalarına rağmen birinci sıradaki sorun olarak görmesi de buna işaret ediyor.

Hatırlanacağı üzere, salgın boyunca AKP/Saray rejimi, CHP’li belediyelerin çalışmalarını, HDP’nin dayanışma kampanyalarını hedef tahtasına koydu, paralel devlet yapılanması olarak niteledi, şeytanlaştırdı. Ne var ki toplumsal gelişmeler, kitlelerin yaşadığı ve biriktirdiği sorunların çözülememiş olması AKP iktidarının daha fazla sıkışmasını ve beraberinde de saldırganlaşmasını getirdi.

Gelinen aşamada, AKP-MHP faşist ittifakı, düşman cephesine bir bütün CHP’yi, icraatlarını eleştiren tüm kesimleri konumlandırdı. Bunu “darbe hazırlığı” yapılıyor polemiği üzerine inşa etti/etmeye çalışıyor.

Devletin stratejik tüm organların da yapılanmış bulunan AKP/Saray rejimi açısından “darbe” söylemi kuşku yok ki gerçekçi değildir. Elbette bu durum AKP tarafından da biliniyor. Ne var ki AKP iktidarı, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi bir yandan kendi militarist örgütlenmesini güçlendirmek ve canlı tutmak diğer yandan giderek çözülen kitlesini konsolide etmek ve esas olarak da düzen muhalefeti de dahil olmak üzere bir bütün devrimci, demokratik güçlere yönelik kapsamlı bir saldırı furyası için ortam hazırlıyor.

Nitekim salgının başladığı ilk günlerden başlayarak, T. Kürdistanı’nda kayyum atamaları durdurak bilmemiş, son olarak HDP’nin Iğdır, Siirt, Baykan, Kurtalan ve Altınova belediyelerine kayyum atanmış, böylece toplamda 45 HP’li belediye halkın iradesine darbe yapılarak, gasp edilmiş oldu. Salgına yönelik yaklaşımını “Sermayeye kalkan, halka kolonya, Kürde kayyum” olarak formüle eden AKP iktidarı, ekonomik alanda giderek sıkıştıkça, siyasal alanda da hareket kabiliyeti daraldıkça daha kapsamlı bir saldırı konsepti için harekete geçmeye hazırlanıyor.

2 Haziran’da açılacağı ilen edilen meclisin gündemine ilk getirilecek olan, Barolar, TTB ile TMMOB’ye yönelik yeni düzenlemeler; çocuk tecavüzcülerinin, cinsel istismar suçlularının serbest bırakılmasına yönelik hazırlıklar, öte yandan düzen içi hesaplaşma bağlamında İş Bankasındaki CHP hisselerinin Hazineye devredilmesine yönelik atılan adımlar bahsini ettiğimiz yeni dönemin birer parçasını oluşturuyor.

TV ekranlarında ölüm listelerini ifşa edip, R.T. Erdoğan’ı eleştirenleri kurşuna dizmekle tehdit eden bilumum destekçilerin bunları kendi başlarına yapmadıkları açıktır.

AKP/Saray rejimi, salgın döneminde yaşadığı erimeyi, “darbe” söylemi adı altında yeni mağduriyetler yaratarak, gerçekte ise kendi darbesini yaşama geçirmek, devrimci-demokratik ve yurtsever güçler ile burjuva muhalefete yönelik sindirme ve baskı politikalarını yaşama geçirmek için işlevselleştirmektedir.

R.T.Erdoğan’ın salgının ilk günlerinde sarf ettiği  dünyanın dünden farklı olacağı ve “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı”na dair sözleri; Türk Büyük Burjuvazinin, işçi sınıfı ve geniş emekçi  kitleler  için öngördüğü, planladığı yeni projeleri anlatmaktadır. Kuşku yok ki bu projeler, sınıfın kazanılmış haklarının gasp edilmesini; örgütlenme ve ifade özgürlüğüne ket vurulmasını; güvencesiz, esnek ve sefalet içinde bir yaşamı öngörmektedir. R.T. Erdoğan’ın verdiği mesaj, bu yeni emek rejiminin uygulamaya sokulması adına elindeki devlet aygıtıyla; işçi sınıfı ve emekçilere yönelik şiddette dozun arttırılacağı, temel hak ve özgürlüklerin hedef tahtasına konulacağını ve Kürt ulusunun siyasi iradesine yönelik kayyum uygulamalarıyla, imha-inkâr ve asimilasyon politikasının devam edeceğinin işaretidir.

Direniş ve Mücadelede; Dünü Katlamak, İvmeyi Yükseltmek

AKP/Saray rejimi, salgını tıpkı ABD, İngiltere ve Almanya’da olduğu gibi daha otoriter, daha baskıcı bir yönetimle toplumun yeniden yapılandırılması, işçi sınıfı ve emekçiler nezdinde yeni bir hegemonyanın kurulması için bir avantaja çevirmek derdi taşıyor. “Eskisi gibi olmayacak” denilen husus, egemen sınıfların dünden farklı bir yol haritası izleyeceklerine dairdir. Uluslararası emperyalist sistem, bu ifadeye çarkların dönmediği bir dönemde sarılmışsa işçi sınıfı ve emekçiler için durum pek de hayra alamet değildir.

Söylemin, madalyonun diğer cephesinde, dünya halkları, ezilenleri; işçi ve emekçileri açısından da mutlaka bir karşılığı olmalıdır. Her şeyden önce resim, komünist, devrimci, ilerici güçler bakımından dünden farklı bir bakışa ve performansa ihtiyaç olduğuna işaret etmektedir. Düzenin krizi ve sermayenin yeni konsepti, dünya halklarının bu savaşımda siperleri yeniden ve daha güçlü bir şekilde istihkam etmesini, öncü güçlerini tahkim etmelerini gerekli kılmaktadır. Açık ki saldırı daha boyutlu, daha şiddetli ve büyük olacaktır. Bunun karşısında, ezilenlerin tüm katmanları ve bölükleriyle birlikte güçlü bir ittifak kurmasına; saldırıya birleşik bir direnişle yanıt vermesine ihtiyaç vardır.

Coğrafyamızda, işçi ve emekçilere; emek ve meslek örgütlerine, Kürtlere, Alevilere; kadın ve LGBTİ+’lara yönelik kapsamlı saldırılar karşısında güçlü birlikteliklerin oluşturulması acil bir gündem olarak önümüzde durmaktadır. Politik öncüler için salgın öncesinden daha atak ve hareketli, kitlelerle daha sıkı bağlar kuran ve fiili meşru direniş temelinde sokağı zorlayan bir mücadele hattına ihtiyaç vardır.

Açık ki AKP/Saray rejiminin veyahut küresel ölçekte emperyalist sistemin keyfiliği ve rahatlığının temelinde kitlelerin örgütsüzlüğü ve dağınıklığı vardır. Bugünü inşa eden ve geleceği kuracak yegâne güç olan kitleler, bu savaşımın stratejik aktörüdür. Aralık 2019’a kadar dünyanın dört bir yanında sokakları mesken eyleyen kitlelerin, salgınla derinleşen yeni sorunlar etrafında bir kez daha sokağa çıkacağını öngörmek mümkündür. Komünistlerin, kitle hareketlerinin içinde yer alma, ondan öğrenme ve örgütleme sorumluluğu güncelliğini korumaktadır.

Bugünkü konjonktürde çelişkiler; emek cephesi başta olmak üzere Kürt ulusal sorununda; inanç temelinde Alevilerin mücadelesinde; toplumsal cinsiyet mücadelesi bağlamında kadın ve LGBTİ+ hareketinde düğümlenmektedir.

Kuşkusuz tüm bu çelişkilerin ortak keseni olarak gençlik temel dinamik durumundadır. Öyleyse söz konusu alanlarda, salgın sürecinin temel halkası olarak öne çıkan dayanışma temelinde yürüyen faaliyette; temponun yükseltilmesine, kitle faaliyetinin güçlendirilmesine ve çalışmanın sokağı zorlayan bir hatta ilerlemesine ihtiyaç vardır. Kuşkusuz birleşebileceğimiz tüm güçlerle yan yana gelmeyi zorlamak bu bağlamda esnek ve yapıcı olmak elzemdir.

Açık ki birleşik mücadele dünden daha fazla önem kazanmış, yakıcı bir hal almıştır!

Bu ihtiyaç coğrafyamızın da sınırları aşan bir muhteva kazanmış, dünya çapında anti-emperyalist, ilerici ve devrimci güçlerin birleşik mücadelesi adına yeni yol ve yöntemler bulunması zaruri hale gelmiştir! Yeryüzü büyük kaynamalara, isyanlara ve toplumsal alt üst oluşlara gebedir; katledilişinin 47. yılında Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın sözleri gelecek açısından takınmamız gereken tutuma işaret etmektedir: “Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var. Sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım!”

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu