GüncelMakaleler

Politik-Gündem | Tarihin Çağrısına Uyalım! Faşizmi Yıkalım Özgürlüğü Kazanalım!

"Koşulların özellikle de virüs salgınının etkisini giderek arttırdığı ve bu anlamıyla giderek ağırlaştığı koşullarda örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka bir çıkış yolunun bulunmadığı bilinmektedir"

Türk hakim sınıfları ne zaman “reform” kelimesini kullansa, orada işçi sınıfına ve emekçi halka saldırı olacak demektir.

Bu Osmanlı ve TC tarihine vakıf olanlar açısından tartışmasız bir gerçektir. Çok uzağa gitmeye gerek yok, “15 günde 15 yasa” denilerek gerçekleştirilen “Kemal Derviş Reformları” işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik saldırının adı olmuştu.

Bu reformlar sonucunda hakim sınıfların derin ekonomik krizi, işçi sınıfı ve emekçi halka mal edilmiş, “acı reçete” hayata geçirilmişti. Halkın yaşananlara tepkisi de AKP’nin hükümet olması için bir kaldıraç olarak kullanılmıştı.

Ya da örneğin Türk hakim sınıflarının “Cezaevi Reformu” olarak tanımladıkları, F Tipi tecrit ve tretman saldırısıyla onlarca devrimci tutsağın yakılarak, işkence edilerek katledilmesi ve hapishaneler reformunun gerçekleştirilmesi hatırlardadır.

Kısacası hakim sınıf sözcüleri ne zaman reform deseler orada işçi sınıfına, emekçi halka, ilerici-devrimci-komünist harekete saldırı olacak demektir. Bu bir gerçektir.

TC rejimi yaşadığı her ekonomik-politik krizi aşmak için daima yüzünü emperyalistlere dönmüş, içte ve dışta saldırganlığını artırmıştır.

Emperyalist mali sermayeye bağımlı ekonomik yapısı beraberinde TC devletinin ekonomik olarak sürekli krizlere açık olmasını doğurmuştur. Son süreçte TC ekonomisinin içine düştüğü durum, salgınla birlikte daha bir derinleşmiş durumdadır. Bu krize bir de iktidar gücünü elinde tutan hakim sınıf kliği ve onların sözcüsü AKP-MHP ve Ergenekon artıklarının oluşturdukları hükümetin politik krizi de eklenince, iktidar kliği içinde çelişkilerin giderek keskinleştiğine dair işaretler daha da artmış görünmektedir.

Bunlara, ABD seçimlerini kazanan Demokrat Parti adayı J. Biden ve ekibinin izleyeceği politikaların özellikle TC devleti açısından belirsizliği eklenince ekonomik ve politik krizin daha da derinleştiği anlaşılmaktadır.

Her kriz beraberinde hakim sınıf kliklerinin reform söylemini tetiklemektedir. Nitekim şimdi de öyle oldu. J. Biden’in seçilmesi, ekonomik krizin derinleşmesi, salgının kontrolden çıkması ve askeri saldırganlığın belli bir sınıra dayanması, (ki bu durum bile TC rejiminin Rojava’ya saldırı hazırlıklarını devam ettirmesini engellememektedir.

Kürt düşmanlığının bir “beka sorunu” olarak tanımlanması, gerçek beka sorununu geri plana itmesine neden olmaktadır) beraberinde hem iktidar içindeki klikler arasında kendi hakimiyet alanlarını genişletme dalaşı hem de halkta ve işçi sınıfı içinde biriken öfke ve tepkiyi nötralize etmek için AKP-MHP iktidarı tarafından “ekonomi” ve “hukuk” reformları dillendirmesine neden olmuş durumdadır.

Son süreçte Türk hakim sınıfları ve burjuva düzen partileri arasında yaşananlar krizin boyutları hakkında belli bir fikir vermektedir. Önce Hazine ve Maliye Bakanı’nın “at iziyle it izinin birbirine karıştığı” iddiası ve “Allah sonumuzu hayreylesin” temennisiyle koltuğunu bırakıp kaçması, ardından bir çete liderinin Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdit etmesi ve bu lümpen mafya artığının “Türk Usulü Başkanlık Sistemi”nin küçük ortağı MHP lideri tarafından “dava arkadaşım” denilerek sahiplenilmesi ve son olarak AKP içinde yaşanan “rencide” atışması bu krizin giderek derinleştiğine işaret etmektedir. Kriz aslında bir “iktidar dalaşı”dır ve iktidarı elinde tutan klik içinde bir hakimiyet mücadelesi söz konusudur.

Gelişmelerden MHP’nin kazançlı çıktığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Denilebilir ki; MHP, AKP’ye kayyım olarak atanmış görünmektedir. Ancak her krizde olduğu gibi fatura yine halka kesilecektir. Nitekim iktidar kendi kriziyle birlikte ortaya attığı “reform” söylemiyle başta Kürt hareketi olmak üzere muhalif, ilerici, devrimci ve komünist harekete yönelik saldırı içindedir.

“Bodrum-Yalıkavak” fotosu bu noktada anlam kazanmaktadır! Son süreçte artan “mafya devlet” tanımlaması bir gerçeğe ve tehlikeye işaret etmektedir. TC devleti daha kuruluşu öncesi Topal Osmanlardan İpsiz Receplere bir “geleneğin” temsilcisidir. Yine çok uzağa gitmeye gerek yok; 26 Kasım1996’da DYP Grup Toplantısı’nda konuşan Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in faşist katil Abdullah Çatlı için: “Bu millet uğruna, bu ülke uğruna, devlet uğruna kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için her zaman saygıyla anılır, şereflidir” dediği hatırlardadır.

Dolayısıyla “Yalıkavak fotosu” bir yandan hakim sınıf klikleri içinde dalaşmanın ifadesiyken, bu dalaşın asıl sonucunun halka yönelik bir saldırı tehdidi içerdiğini hesap etmek gerekir. Gelişmeler bir yanıyla AKP’nin 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrasını hatırlatmaktadır.

Hatırlanırsa AKP kaybettiği seçim sonuçlarını kabul etmemiş ve o dönem halka yönelik faşist terör saldırıları devreye sokulmuştu. Bu açıdan halka yönelik faşist saldırıların, muhaliflere yönelik suikast saldırılarının gerçekleştirilmesi ihtimali küçümsenmemelidir. Muhalifler, ilericiler, devrimciler hem kitle gösterilerinde hem de kurumlarında güvenlik konusunda gerekli önlemleri almalıdır. Rejimin sadece “yasal” değil bu tür çete artıklarını kullanarak kontrgerilla saldırılarına başvurabileceğini hesap etmek gerekir.

İktidarın sıkışmışlığı onun saldırganlığının dozajını da artırmaktadır. Başta HDP olmak üzere, demokratik muhalefete, ilerici devrimci güçlere yönelik günaşırı “yasal” saldırılar ortadadır. Sudan bahanelerle demokratik, ilerici muhalefete gözaltı ve tutuklama saldırılarının tüm hızıyla devam ettirildiği ve sonuç alınamadığı koşullarda iktidarın kendi beslemelerini sahaya sürebileceği tarihsel tecrübeyle sabittir. Bu dün DAİŞ çeteleriydi, bugün kontrgerilla artığı mafya çeteleri olabilir.

 

Devlet Halk Düşmanlığında Pik Yaptı!

İktidar, patronların taleplerini pratikleştireceğine dair güvence vermektedir. Nitekim yapılan açıklamalardan sonra Adalet ve Maliye bakanları ilk toplantılarını TÜSİAD, TOBB gibi patron kurumlarıyla gerçekleştirmiştir. Bu, bahsi edilen reformun emperyalistlere ve patronlara yönelik olduğu, halka ise ekonomik açıdan “acı reçete”, politik açıdan da gözaltı, tutuklama, katliam saldırısı olarak yansıyacağı anlaşılmalıdır.

Halk düşmanı ve kendi iktidarını korumak için her şeyi yapabilecek bir iktidarla karşı karşıya olduğumuz ve mücadele ettiğimiz bilinmektedir. İktidarın halk düşmanı yüzü, virüs salgınında sergilediği pratikle daha görünür oldu. Salgını, kendi iktidarları için bir fırsat olarak gördükleri daha net açığa çıkmış durumdadır. Salgının başlangıcından beri “ulusal çıkar” adına “vaka-hasta” ayrımı yaptıkları ortaya çıkan mevcut iktidar, gelinen aşamada vaka verilerini ayrım gözetmeden açıkladığını iddia etti. TTB, Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanan bu rakamların dahi doğruyu yansıtmadığını söylüyor.

Yeni açıklanan rakamlarla birlikte Türkiye, vaka sıralamasında dünyada üçüncü sırada. Salgın vakalarının şimdi açıklanmasında ise, uluslararası mali sermaye kurumlarının salgın nedeniyle mali destekleri artıracağı, öncelik olarak da vaka sayısının en yüksek olduğu ülkelerin belirlemesinin etkili olduğu ifade edilmektedir. Kısacası burada da halkın sağlığını düşünmekten öte, emperyalist mali kuruluşlardan aktarılacak mali yardımlara talip olma söz konusudur.

Halkın içinde bulunduğu durum, faşizmin tüm yalan ve propagandalarına rağmen ekonomik olarak bir yıkım düzeyindedir. Virüs salgını açlık, yoksulluk ve işsizliği daha da boyutlandırmış durumdadır.

Salgının yanında ülkemizde yoksulluğun, açlığın ve işsizliğin bir salgın düzeyinde devam ettiği son yapılan araştırmalardan da anlaşılmaktadır. Türk-İş’in çalışanların geçim koşullarını ortaya koymak ve temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat değişikliğinin aile bütçesine yansımalarını belirlemek amacıyla her ay yaptığı ‘Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması’nın Kasım ayı sonuçlarına göre Açlık sınırı 2 bin 517, yoksulluk sınırı 8 bin 198 liraya” yükseldi. Türk-İş’in araştırmasına göre, kasım ayında dört kişilik ailenin “açlık sınırı 2 bin 517, yoksulluk sınırı 8 bin 198 lira” olmuş durumdadır. Yine “Pandemi Döneminde Derin Yoksulluk ve Haklara Erişim Araştırması”nın sonuçlarına göre; “günlük ve gündelik işlerde çalışanların yüzde 86’sı pandemide işsiz kalmış. Her evde bir hasta var ve kira ödenemediği için çıkılan barakalarda 5-8 kişi bir arada yaşıyor. Bebekler mamasız, bakkaldan alınan bir paket çorbayla bir gün geçiyor. Açlıktan annelerin sütü bile kesilmiş…” durumdadır. (Kasım 2020)

Koşulların özellikle de virüs salgınının etkisini giderek arttırdığı ve bu anlamıyla giderek ağırlaştığı koşullarda örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka bir çıkış yolunun bulunmadığı bilinmektedir. Elbette hem kendi sağlımızı hem de halkın sağlığını düşünüp, gerekli önlemleri almak, sokakları ve meydanları bırakmamak önceliğimiz olmalıdır. Virüs salgını aynı zamanda kendi pratiğimizden de öğrendiğimiz üzere “dayanışma ağları” gibi yeni örgütlenmelere zemin sunmuş durumdadır. Bu örgütlenmeleri güçlendirmek ve daha işlevli kılmak, kendi kampanya ve iç çalışmalarımızla birlikte ele almak gerekmektedir.

Faşizmin bütün saldırılarına rağmen meydanları ve sokakları terk etmeyen maden işçilerinin direngen tavrı örnek alınmalıdır. Yine kadın hareketinin 25 Kasım pratiği; hazırlığı, kapsayıcılığı ve meydanları dolduran tavrıyla örnek bir mücadele pratiğidir.

Gençlik cephesinde birleşik mücadele zemininde atılan adımlar önemli ve büyütülmelidir. Bizler açısından yönelmemiz gereken en somut görev, tek tek parçalarda oluşan bu enerji ve birikimden doğru zeminde beslenme ve attığımız bütün adımların, yaptığımız bütün çalışmaların etkisini, içinde bulunduğumuz anın ötesine taşımayı hedeflemek olmalı.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu