Kadın

Reyhaneh, Nevin, Çilem üzerinden Şiddeti tartışmak/lanetlemek

Kuşkusuz tek örneklerimiz Reyhaneh, Nevin ve Çilem değil. Son süreçte yaşandıkları ve onlar üzerinden çeşitli tartışmalar yürütüldüğü için özgün örnekler olarak aldık onları.

Ortak özellikleri, yaşamlarını, bedenlerini şiddet gördükleri kişileri öldürerek savunan-koruyan kadınlar olmaları… Reyhaneh, katil İran rejimi tarafından idam edilerek katledilirken Nevin ve Çilem en ağır cezalar istenerek kadın düşmanı TC mahkemelerinde yargılanmaktalar.

Kendisine tecavüz edenleri ya da yıllardır şiddet sarmalında yaşatıp sürekli ölüm tehditleri savuranları öldüren bu kadınlar üzerinden birincisi kadınların (ya da öldürdükleri kişilerin) kimlikleri ikincisi şiddetin doğruluğu/yanlışlığı üzerinden tartışma yürütülüyor son aylarda.

Birincisi, bu kadınların ya da öldürdükleri kişilerin kimlikleri-pozisyonları ne kadınların yaşadıklarını değiştirebilmekte ne de yaşadıklarının sonucunu… Örneğin tecavüzcünün ya da onu öldüren kadının istihbaratçı vs. olup olmaması o kadının tecavüz girişimine maruz kaldığı, bunun sonucunda bu kişiyi öldürdüğü ve mahkemelerde özür dilemediği için idam cezasına çarptırıldığı gerçeğini değiştirebilir mi?

Hangisi daha vahim ayırt etmek zor ama diğer yandan Nevin, Çilem ya da Emine Yıldırım’ın fiilleri üzerinden “şiddet karşıtlığı” tartışması yapmanın, “bekleseydiniz o adamlar sizi öldürseydi” anlamına geldiği açık değil mi? Üstelik de öldürdükleri silahların o “koca”lara ait olduğunu ve bu kadınların sistemli bir şekilde bu adamların şiddetine ve ölüm tehdidine maruz kaldıklarını bile bile (ama bilmiyormuş gibi davranarak) “şiddetin kötülüğü” üzerinden bir tartışma nasıl bir akıl tutulmasına denk düşer?

Her gün 3-5 kadının erkekler tarafından katledildiği bir ülkeden bahsetmekteyiz. Kadın cinayetleri konusunda çeteleler tuttuğumuz, sokaklara çıktığımız, kadın katillerinin “ağır tahrik ya da iyi hal” indirimleriyle en az cezalarla tekrar sokaklara salındığı bir ülkeden bahsetmekteyiz. Devletin “koruması” altındaki kadınların öldürüldüğü, ölüme varan şiddet vakalarının hesabının olmadığı bir ülkeden…

İşte böyle bir ülkede “ben her türlü şiddete, insanların öldürülmesine karşıyım” demek, şiddetin-cinayetin esas olan yönünü (erkeğin uyguladığı şiddeti ve işlediği cinayetleri) affetmek, görmezden gelmek, sıradanlaştırmak demektir.

Burçe Bahadır’ın “Ölü kadınlar memleketi” isimli çalışmasında yer verdiği, kocası tarafından öldürülen Gönül’ün ablası Havva’nın şu sözleri çok açıktır: “Eğer ki bir erkek seni öldürürüm diyorsa, kadın ona inansın.” Kadın “ona” inanmış ve kendisini korumayı esas almışsa, kimi suçlayabiliriz? “Kimseyi suçlamıyoruz, ama bu şekilde şiddetin kutsallaştırılmasına ve özendirilmesine de karşıyız” diyorsunuz. Ancak yanılıyorsunuz, biz şiddeti kutsallaştırmıyoruz, biz bir canlının kendini-yaşamını savunma hakkından bahsediyoruz. Ve o canlının her gün çeşitli şekiller ve çeşitli gerekçelendirmelerle sürekli öldürüldüğünü sizin gibi gözardı etmiyoruz. Her bir olayı tekil olarak alıp bir sonrakinde unutmuyoruz. Vıcık vıcık hümanizmle kurduğunuz bol “ama”lı cümlelerinizi duymuyoruz. Ölmektense, öldürerek de olsa yaşamayı seçen/seçebilen kadınları takdir ediyoruz. Çünkü, biz “Bir erkek seni öldürürüm diyorsa” ona inanıyoruz, çünkü her gün en az üç kez bu gerçeklik herkesin gözleri önünde tekrarlanıyor.

Son olarak, kadınların özsavunmasının elbette salt bu duruma indirgenemeyecek kadar geniş bir çerçeveye sahiptir. Ancak yine de, esas olarak cinsiyet bilinciyle kendi ayaklarının üzerinde durabilmesi ve erkek egemen sisteme (ve evet konu özgülünde erkeğe) karşı örgütlü bir şekilde bu bilinçle mücadele etmesi olarak tanımlayabileceğimiz kadınların özsavunması fikri bahsini ettiğimiz durumu da kapsar.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu