Makaleler

Safları sıklaştıralım! Örgütlü mücadeleyi yükseltelim! Devrimci Dayanışmayı Büyütelim!

Yeni yılla birlikte bilhassa Kürt ulusal meselesinde yeni adımlar atılacağı, A. Öcalan’la yapılan görüşmelerle sorunun çözüleceği beklentisi yaratıldı. Bir yandan gerilla güçlerine saldırılar ve sınır ötesi bombalamalar, tutuklamalar hız kesmeden devam ederken, diğer yandan sorunun çözümüne dair iyimser bir hava yaratıldı. Paris’te üç yurtsever kadının katledilmesi ve ardından başta Amed olmak üzere yüz binlerce kişinin katıldığı cenaze törenleriyle uğurlanması bile bu amaç doğrultusunda kullanıldı.

Türk hâkim sınıfları Kürt meselesine dair yeni bir “çözüm” önermemelerine rağmen ortalığı böylesine bir hava kaplamasının arka planında hiç kuşkusuz ki Öcalan ile yapıldığı söylenen görüşmeler yer almaktadır. T. Erdoğan’ın “biz değil devlet yetkilileri görüşüyor.“ (02.01.2013, Basın) şeklindeki bir hayli “ilginç” açıklamasında da belirttiği üzere, TC devleti, Öcalan’la pazarlık yapıyor. Öcalan’ın meseleye yaklaşımı ve “çözüm” önerisi bilinmiyor değildir. Ve devlet ilk kez kendisiyle görüşmüyor da!

Buna rağmen estirilen “barış” havasını neye yormalı? Üstelik son dönemde çeşitli vesilelerle T. Erdoğan’ın yaptığı açıklamalarda da meseleye bakışında değişiklik olmadığı açıkken. Erdoğan’ın, “terörle müzakere değil mücadele edilir”den (27.09.2011, Basın) “terörle mücadele ederiz, siyasetçiyle müzakere ederiz‘’e (07.01.2013 ) evrilen bir “değişiklik” içinde olmasının, kimi çevrelerce bir “çözüm umudu” olarak propaganda edilmesinin arkasında yatanlar iyi kavranmalıdır.

 

“Kürtler Türkiye’yi Bölmeyecek, Türkiye Kürtlerle Büyüyecek”

Başlıktaki cümle ABD destekli bir gerici olan ve ulaştığı ekonomik, siyasal ve toplumsal güç bağlamında “feodal komprador” tanımlamasını hak eden, F. Gülen’e yakınlığı bir sır olmayan, Eyüp Can Sağlık’ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı Radikal’de kaleme aldığı iki yazısında (22 ve 23.01.2013) kullandığı bir ifade. Kendisi bu yaklaşımın MGK’da tartışıldığı ve Türk hâkim sınıflarının önümüzdeki süreçte Kürt ulusal sorununu ele alışlarında bir paradigma değişikliğine neden olduğu iddiasında bulunuyor.

Gerçektende 2012 yılının son toplantısından sonra yayımlanan bildiride, toplantının gündemine dair ipuçlarını bulmak mümkün. (26.12.2012, Basın) Yayımlanan bildiride özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde meydana gelen gelişmelerin değerlendirildiği ve bu kapsamda Suriye ve Irak’ta yaşananlara dair TC devletinin belli bir politika oluşturduğu anlaşılıyor.

Kısa bir süre öncesine kadar Kürt ulusal sorununa yaklaşımı “onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, feryad u figan sal, köklerini kes, kurut ve işlerini bitir” (“Terör ve Izdırap”, Bamteli, 24.10.2011) fetvasından ibaret olan Türk hâkim sınıflarının bu “güzide” sözcüsünü; günümüzde “sulh hayırdır, hayır sulhtadır” çizgisine getiren ve gerekirse “el de öpülebilir etek de öpülebilir” dedirten (8. 01.2013, Yeni Şafak) bir “politika değişikliği” olduğu son derece açıktır.

 

Hedef Daha Fazla Baskı

Katliam Ve Sömürüdür

Önce şu; Türk hâkim sınıflarının bu politika “değişikliği”nde belirleyici etken, Kürt halkının devrimci dinamiğini arkasına alan, reformist talepler uğruna da olsa silahlı mücadeleden taviz vermeyen, Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesidir. Kürt halkının TC faşizmi karşısında tavizsiz direnişi, evlatlarını bu uğurda toprağa verişidir onları böyle kıvrandıran! Onları en fazla korkutan ve rahatsız eden silahlı mücadele pratiğidir. Kürt halkının haklı ve meşru mücadelesinin, bu mücadelenin gerilla savaşına dayanan pratiğidir!

Kürt ulusal hareketinin direngen tavrı ve mücadelesi hakim sınıfları sıkıştırdığı içindir ki “adım atıyorlar” ve “cambaza bak siyaseti” izlemeye devam ediyorlar. Bir yandan ulusal hareket önder kadro ve savaşçılarına saldırılar gerçekleştirirken, diğer yandan bizzat Erdoğan’ın ağzından “barış” lafzını ediyorlar. (19.01.2013, Basın) Aslında aynı oyun tekrarlanıyor. AKP yerel seçimlere hazırlanıyor. Bunun için bütün amaçları ülke içindeki silahlı güçlerin tasfiyesi, mümkünse sınır dışına çıkarılmasıdır.

Bir diğer etken, hem ülkemizdeki Kürt ulusal hareketinin, hem de Suriye, İran ve Irak Kürdistanı’nda faaliyet sürdüren Kürt ulusal hareketlerinin mücadeleleri, sürece yaklaşımları ve kimi son derece önemli kazanımları, beraberinde Türk hâkim sınıflarının, bölgeye yönelik “farklı” bir söylem içine girmesine neden olmuştur.

Ama Türk hâkim sınıflarının Kürt ulusal sorununda “özde aynı, sözde farklı olan” tavırlarının arka planında yatan ve kanımızca da son MGK toplantısında da mevzubahis olan, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin bölgeye yönelik çıkarları ve bunu da arkalayan biçimde Türk hakim sınıflarının rol kapma yarışıdır.

Bir süreden beri Suriye’de yaşanan gelişmeler; Esad diktatörlüğünün dış destekli saldırganlara, yine dış destekli yardımların da katkılarıyla cevap vermesi ve belli bir avantaj elde etmesi emperyalistler nazarında TC devletini gözden düşürmüş görünüyor. TC devletinin ilk dönemdeki pervasız tutumundan uzak bir görüntü vermesinin nedeni budur. Buna karşılık Türk hâkim sınıfları, Suriye Kürdistanı’ndaki Kürt oluşumundan endişe duyuyorlar. Bu nedenle Kürt ulusal sorununa dair söylemlerinde bir değişikliğe ihtiyaç duyuyorlar.

Benzer şekilde Irak Kürdistanı’nda yaşananlar ve özellikle de Irak merkezi yönetimi ile Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi arasında yaşanan gerginliğin temelinde, Kerkük merkezli petrol kaynaklarının denetimi olduğu bir sır değil. Ve yine bir sır olmayan, bu pastadan pay almak isteyen Türk hâkim sınıflarının olduğudur. Ve hiç kuşkusuz ki bu kesimler içinde varlığını Türk hâkim sınıflarıyla bir kılan bir kısım Kürt burjuvaları ve toprak ağaları da vardır. Onlar da Irak Kürdistanı’nda “iş tutuyorlar”(!) Bu minvalde A. Davutoğlu’nun Kerkük deyince “gözyaşlarına boğulması” tesadüf değildir! En son Davos’ta bölgeye yönelik Türk hâkim sınıflarının temsilcisi A. Davutoğlu ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı M. Barzani’nin teşrik-i mesaisinin ana gündemlerinden birisi yine enerjiydi. (24.01.2013, Basın)

Özetle; Türk hâkim sınıflarının Kürt ulusal sorununa dair attıkları adımlar “Kürt kardeşlerini” düşündüklerinden değildir. Asıl olarak Öcalan’ı “bebek katilliği”nden, “muhatap” aşamasına getiren, tam da bölgede yaşanan gelişmeler ve açığa çıkan kimi olanaklardır. TC devleti bu imkânları ileriye sürerek, Kürt ulusu üzerindeki hakim imtiyazını “yeni” söylem etrafında yeniden üretmenin hesaplarını yapıyor. Ne yazık ki Kürt ulusal hareketinin kimi önderlerinin açıklamaları da ezilen bağımlı Kürt ulusunun bu konumunun değişmeden devam etmesi yönündedir. Onlar “Kürtleri tanıyın”, “bazı kırıntı haklar verin ve birlikte Ortadoğu fethedelim” anlayışı içindeler. Hal böyle olunca Türk hâkim sınıfları, “büyümek”ten bahsediyorlar, bölgeye yönelik “gündüz düşleri” görüyorlar.

 

Her Türlü Silahlı Mücadele

Anlayışı Hedefte!

Aslında Türk hâkim sınıflarının pek çok düşü var ama onları şu anda en fazla ilgilendiren ve sabırsızlandıran Kürt ulusal hareketinin silahlı güçlerinin tasfiyesidir. Bunu her fırsatta tekrar ediyorlar.

Amaçlananın esas olarak silahlı mücadele anlayışını savunan ve sempati duyan, bu temelde mücadele yürüten her türlü muhalefet odağının faşist bir saldırı furyası altıda bastırılması olduğu, sadece ulusal harekete değil onunla birlikte devrimci harekete yönelik tutuklama saldırısında da apaçık görülüyor. Faşizm bu “çözüm” sürecinde yol kazasına uğramak istemiyor. Bu nedenle kendince her türlü “ayrık otunu” temizlemeyi bir biliyor. Bu politikayla birlikte önce DHF taraftarları ve Halkın Günlüğü okurlarıyla birlikte, hemen ardından Yürüyüş okurları, Halkın Hukuk Bürosu ve ÇHD’li avukatların da aralarında bulunduğu onlarca kişi tutuklandı.

 

Kızıldere Sadece Teslim

Olmamak Değildir!

Bilinmelidir ki “Komünizm ve Devrim Şehitlerini” andığımız bu günlerde, kimi güncel politik gelişmelerin ışığında ve polemikler vesilesiyle devrimci dayanışmayı bir kez daha hatırlatmak gerekiyor. ’71 silahlı devrimci çıkışının önder kadrolarından Mahir Çayan ve yoldaşlarının, devrimci dostlarının Kızıldere’de yükselttikleri devrimci direniş yolumuzu aydınlatıyor.

Çünkü THKP-C’nin önder kadrolarıyla birlikte, THKO savaşçılarının Kızıldere’de yükselttikleri mücadele bayrağı sadece onların “feda” ruhuyla açıklanamaz. Onlar “biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” derken aynı zamanda devrimci dayanışmanın en güzel örneğini sergilediler. Silah elde toprağa düşerken, kanları birbirine karıştı ve böylelikle devrimci dayanışmanın pratiğini bize bıraktılar. Bu değerli ve anlamlı pratikten öğrenmeliyiz. Biz Kızıldere’yi, Kızıldere direnişini bu açıdan da örnek alıyoruz. Dolayısıyla her alanda tıpkı Halkın Günlüğü okurlarıyla olduğu gibi, Yürüyüş okurlarıyla dayanışma içinde olmak, devrimci dayanışmayı büyütmek devrimci bir görevdir.

Önümüzde zorlu mücadele günleri var. Faşizmin saldırganlığının hedefinde komünist hareketin olmaması düşünülemez. Özelikle son dönemde Kürt ulusuna yönelik saldırıların yanında, Alevi mezhebinden halkımıza yönelikte fiili ve psikolojik saldırıların arttığına tanık oluyoruz. Bunlar artık vaka-i adiye’den olduğu için önemsiz görülebilir. Ama son dönemde burjuva-feodal basında ve özelliklede “sabıkalı” kimi kalemlerce Alevilere yönelik uyarılar dikkat çekici. (“Sünnî Alevî kavgası çıkartmak isteyen kriptolar”, Mehmet Şevket Eygi, 16.01.2013, Milli Gazete ve “Aleviler dikkat”, Mümtaz’er Türköne, Zaman, 24.01.2013 vb. örnekler çoğaltılabilir.) Bu türden yayınların arka planında Suriye’ye yönelik saldırgan tutum varsa da Türk hâkim sınıflarının kendi politikalarını hayata geçirmek için halka yönelik saldırganlığı bilinmiyor değil.

Bu nedenle her türlü faşist saldırıya hazırlıklı olmak, başta Kürt ulusal hareketine dayatılan tasfiye politikası olmak üzere devrimci hareketlere yönelik fütursuz saldırganlığa karşı saflarımızı sıklaştırıp, örgütlü mücadelemizi yükseltip, devrimci dayanışmayı büyüterek yanıt olabiliriz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu