GüncelMakaleler

SENTEZ | BİR KONTRGERİLLA PİYONUNUN İTİRAFLARI ÜZERİNE

Uyuşturucu, silah ve insan ticareti ile finanse edilen kontrgerilla faaliyetinin sonucunda Türkiye’de devrimcilere, işçilere karşı sayısız cinayet ve katliam işlendi.

Sedat Peker isimli mafya liderinin parçası olduğu devlet örgütlenmesine ilişkin açıklamalarıyla bir süredir bu ilişkiler ağının tartışılmakta olduğunu görüyoruz. Kontrgerilla örgütlenmesinde ıskartaya çıkartılan ve bir kenara konulan S. Peker, bu nedenle itirafçı olmuş ve bildiklerinin çok az bir kısmını ifşa ederek kendince intikam almakta, rakipleriyle “mücadele” etmektedir.

Kontra gerilla itirafçısının itiraflarına geçmeden önce, öncelikle bu türden kişiliklerin ortaya çıkmasına zemin sunan altyapıya değinmek yararlı olacaktır. Kapitalist devlet aygıtına ilişkin temel yanılgılardan birisi devletin anayasasında yazan burjuva demokrasisinin gerçekten de kapitalist tarafından uygulanabilirliğine ilişkin yanılgıdır.

En demokrat burjuva demokrasisi dahi özünde burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçi halklar üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey değildir.

Kapitalist devlet aygıtının amacı ve önceliği, kapitalist üretim araçlarına yani büyük sermayeye, fabrikalara, tarım arazilerine, banka sermayesine, tekel ve tröstlere sahip olan egemen burjuva sınıfının kârlılığını artırmak, işçi sınıfı ve emekçi halk karşısındaki mevcut hakim durumunu korumaktır. Bu nedenle görünürde adı ne olursa olsun özünde o bir diktatörlük, gizli-açık baskı rejimi olmak zorundadır; bu, onun doğasından ileri gelen bir zorunluluktur.

Kapitalist toplumda sermayenin düzenli ve artan oranda burjuva azınlığın elinde birikmesi toplumun büyük çoğunluğunun; işçi ve emekçilerin, kent ve kır küçük burjuvazisinin ve hatta orta ölçekli sermayenin giderek yoksullaşması sonucunu doğurur. Kapitalist devlet aygıtı, sermayenin düzenli olarak ve artan oranda burjuva azınlığın elinde toplanmasını sağlayan düzenleme ve denetim aracı olarak, toplumsal üretimin adil olmayan bölüşümünün ortaya çıkardığı toplumsal eşitsizliğin sürekliliğini sağlamak zorundadır.

Doğaldır ki; kapitalist devlet aygıtı, toplumsal üretimi bölüşümden doğan eşitsizliğin koruyucusu ve sürdürücüsü olarak, bu eşitsizliği yasalarla ve görünür olmayan yollarla gizlemeye çalışır.

Kapitalist devlet aygıtının, toplumsal üretimin eşit olmayan bölüşümünü gizleme yöntemlerinden birisi, burjuva anayasasındaki eşitlik kavramıdır. Burjuvazi, eşitsizlik prensibine göre işleyen kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkileri sisteminin üzerine örttüğü eşitlik örtüsü ile kapitalist toplumdaki herkesin bir diğeri ile eşit olduğuna inanılmasını bekler. Oysa kapitalist toplumda işçi emeği dahi kendi arasında içerdiği kalifikasyona göre farklılıklar gösterir.

Bu farklılık özünde kapitalistin işçi emeğini daha yoğun şekilde sömürebilmesini sağlar. İşçi emeğinin dahi kapitalist sistemin kâr maksimizasyonu prensibine göre birbirinden eşit olmayan şekillerde ayrıldığı durumda, toplumsal üretim araçlarına sahip olmayan işçi ile bu araçlara sahip olan burjuvazi arasında bir eşitlik olabileceği iddiası gülünç olduğu kadar da saçmadır.

Kapitalist devlet aygıtı, toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinin ortaya çıkardığı bu apaçık eşitsizliği gizlemek, eşitsizliği devam ettirmek amacıyla üzerinde baskı oluşturduğu toplumun içinden kendisine hizmet edecek kadroları işe alarak toplumun içine sızar ve akıldışı varlığını yasallaştırmaya, kabul edilir hale getirmeye çalışır.

Kapitalist devlete ait herhangi bir kurumda çalışan memurların, bürokratların, asker, polis, savcının görevi öz olarak budur; içinden çıktıkları toplumu -kendileri de dahil olmak üzere- burjuva azınlığın kârlılığı uğruna baskı altında tutmak; toplum üzerindeki burjuva diktatörlüğü yararına çalışmak.

Devlet aygıtının görünür olmayan (yasadışı ifadesi yerine görünür olmayan demeyi tercih etmek daha doğrudur çünkü kapitalist devletin kendisi zaten başlı başına yasal değildir. O organize bir suç örgütü olarak yasadışıdır) baskı araçları ise faaliyetine izin verdiği mafya ve suç çeteleridir.

Bu çeteler, sistem açısından kârlı bir işkolu yaratır; buradaki çete unsurları devlet aygıtı adına asker, polis gücü ile işçi ve emekçilere karşı açık şiddet uygulamak üzere yedek kimi zaman asli güç işlevi görür; diğer taraftan da lümpen proletarya denilen kesimden devşirilen kimseler aracılığıyla yukarda değindiğimiz şekilde devlet üzerinde bir diktatörlük işlevi gördüğü halkın arasına sızar.

Bugün kapitalist emperyalist sistemdeki en ileri burjuva demokrasisinde dahi sistem özünde bu şekilde çalışır ve bu nedenle en ileri burjuva demokrasilerinde dahi; asker-polis-istihbarat güçlerinin çokluğu ve yaygınlığına karşın silah, uyuşturucu ve insan ticareti yapan çeteler bulunur.

O halde görüyoruz ki; çeteler, devletin dışında değildir ya da sistemin işleyişinden doğan kimi aksaklıklar sonucu ortaya çıkmış değillerdir; silah, uyuşturucu ve insan ticareti yapan çeteler kapitalist devlet ve sistemin asli birer parçasıdır.

Çetelerin Re-organizasyonu ve Kontrgerilla Örgütlenmesi

Sosyalizmin dünya genelinde elde ettiği başarılar ve peş peşe gelen devrimler emperyalist-kapitalist sistemi yöneten burjuvazi ve onlar hesabına çalışan kadrolarda büyük bir endişe ve korku yarattı.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Hitler ve Mussolini faşist yönetimlerine emperyalist-kapitalist sistemin verdiği desteğin arkasında bu korku vardı. Ne var ki; emperyalist-kapitalist sistemin desteklediği faşizm, işçi sınıfının ideolojik ve askeri mücadelesi ile yenildiler. Emperyalist-kapitalist sistem bir taraftan “Hitler’in nasıl acımasız bir tiran olduğunu” yazarken Hitler faşizminden dünyayı kurtaran Stalin ve Sovyetler’in başarısının Stalin ve sosyalizm lehine doğuracağı etkiyi bozmak üzere Stalin ve sosyalizm karşıtı ideolojik üretime giriştiler.

Amerika’da başlayan ve dünyaya pompalanan anti-komünist propagandanın ve komünistlere karşı yürütülen fiziki ve psikolojik baskı, yok etme politikalarının sonucu olarak zaten kapitalist sistemin bir parçası durumundaki görünür olmayan devlet gücü çeteler de tıpkı asker, polis, istihbarat güçleri gibi yeniden organize edildi.

Nazi faşizminin yenilgisi sonrasında dünyanın birçok yerindeki Nazi subayları Amerika’ya götürüldü. Anti-komünist milis faaliyetinin örgütlenmesi konusunda faşist Nazi subaylarının tecrübeleri sistematik bir eğitime dönüştürüldü.

Türkiye’den de Alparslan Türkeş ve birçok asker, polis, istihbarat unsurları ABD’deki “gayr-ı nizami harp” adı altında düzenlenen bu kurslara katılarak, işçi sınıfının kurtuluş kavgasını engellemenin yol ve yöntemleri üzerine eğitim aldılar.

ABD emperyalizmi tarafından eğitilen kadrolar ülkelerine döndüklerinde devletin asker-polis-istihbarat güçleri, hakim ve savcıları, memur ve bürokratları arasında anti-komünist örgütlenmeler oluşturdular. 1948’de Türkiye’de kurulan ve 1952 yılında resmi olarak yeniden organize edilen Seferberlik Tetkik Kurulu (1967 itibariyle adı Özel Harp Dairesi olarak değiştirildi) bu örgütlenmelerin hepsini idare eden merkezdir.

Bununla birlikte ABD emperyalizmi, kendi kadroları ile anti-komünist faaliyeti yönetmek üzere JUSMAT (Amerikan Yardım Heyeti) isimli kuruluşunu doğrudan Milli Savunma Bakanlığı içerisinde faaliyet yürütüyordu.

İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesini geriletmek, mücadeleye önderlik eden devrimcileri ve devrimci grupları dağıtmak, yok etmek amacıyla yürütülen bu çalışmalar, ABD’de yayınlanan FM-35 adlı bildiriyle kontrgerilla faaliyetini düzenli hale getirilirken, Türkçe’ye Albay Cihat Akyol tarafından 1971 yılında Sahra Talimnamesi FM-31 olarak tercüme edildi ve Genel Kurmay İç Hizmetler Yayınları’nda yayımlandı.

Bunun anlamı artık devletin asker-polis-istihbarat güçlerinin yanında devletin dolaylı gücü olan çetelerin de ortak bir program etrafında yeniden organize edilecek olmasıydı.

Uyuşturucu, silah ve insan ticareti ile finanse edilen kontrgerilla faaliyetinin sonucunda Türkiye’de devrimcilere, işçilere karşı sayısız cinayet ve katliam işlendi. Örneğin; onlarca devrimci ve demokratın katili olan azılı faşist Abdullah Çatlı’nın İsviçre ve Fransa’da “uyuşturucu kaçakçılığı” nedeniyle tutuklanmasının arkasında, kontrgerilla faaliyetinin uyuşturucu, insan ve silah ticareti ile finanse edilmesi vardır.

Böyle olduğu içindir ki, Fransa’da özel bir hapishanede tutulurken helikopterle kaçırılmış ve anti-komünist faaliyetine devam edebilmiştir. Elbette, TC devletinin siyasi ve askeri olarak Fransa’daki bu kaçırma olayını doğrudan organize etmiş olamayacağını düşünürsek bu faaliyetin arkasında bütün dünyada anti-komünist faaliyeti yöneten ABD ve onun dış istihbarat örgütü, katliam şebekesi CIA olduğunu tahmin edebiliriz.

1970’ler itibariyle artan kontrgerilla faaliyetinin finansmanı için kullanılan uyuşturucu, insan ve silah ticareti zaman zaman ana akım medya tarafından gündeme getirilse de herkesin bildiği bir sır olarak devam edegelmiştir.

1990’larda TC devletinin uyuşturucu ticaretine dayanarak Türkiye Devrimci Hareketi ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü karşı-devrimci savaşı finanse etme politikası dönem Avrupası’nda üzerinde eroin şırıngası ile servis edilen TC bayrağı görüntüleri ile sembolize olmuştu.

İşçi ve emekçi düşmanı anti-komünist terörün “sivil” ayağını oluşturmak ve faşist terör için devlete gereken kadroları temin etmek üzere kurulan MHP’nin bütün uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı faaliyetinin de merkezinde olması tesadüf değildir. Türkiye’de belli başlı bilinen bilinmeyen bütün çetelerin ya da çete liderlerinin MHP’li olmalarının nedeni budur.

Sedat Peker’in İtirafçılaşması ve Ortaya Saçılanlar

Bugün; TC İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, geçmiş içişleri bakanı ve Türkiye’deki kontrgerilla örgütlenmesinin merkezinde yer alan Mehmet Ağar ve bir başka faşist çete lideri Alaattin Çakıcı ile yaşadığı çelişkiler nedeniyle kimi videolarla uyuşturucu ticaretinin devlet görevlileri eliyle nasıl yapılmakta olduğunu anlatan çete lideri Sedat Peker de aynı ilişkiler ağının bir parçasıdır.

Faşizm, sermayenin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki açık terör diktatörlüğüdür ve bu anlamıyla sermayenin işçi sınıfına karşı açık terör ittifakıdır. Ancak bu demek değildir ki; sermaye gruplarının oluşturduğu klikler arasındaki çekişme ve çelişkiler son bulmuştur; aksine bu çelişkiler devam eder ve bugün tanığı olduğumuz haliyle her an gün yüzüne de çıkar.

Sedat Peker de “şöhretini” kontrgerilla faaliyetinin içinde oynadığı rolden almıştır. Adli bir çete lideri olan Sedat Peker, 1990’larda Türkiye Devrimci Hareketi’ne ve Kürt Ulusal Özgürlük Mücadelesi’ne karşı tırmandırılan faşist devlet terörünü uygulayan çetelerden birisine liderlik etmiştir.

Kontrgerilla elebaşlarından Veli Küçük’ün İstanbul’a getirttiği ve PKK itirafçılarından oluşan bir grupla sözde “polisten gizli şekilde” ama polis üniformaları, polis kimlikleri ve polis telsizleri kullanarak durdurup “gözaltına” alınan ve Kürt Ulusal Özgürlük Mücadelesi’ne destek verdiği ileri sürülen kişileri yine Veli Küçük’ ün jandarma komutanı olarak faaliyet yürüttüğü bölgede katlederek bugün sahip olduğu “şöhret”i elde etmiştir.

Sedat Peker’in Suriye’deki cihatçı katillere verdiği lojistik desteğin ana akım burjuva medyada “büyük fedakarlık” mesajları ile verildiğini anımsadığımızda TC devleti ve özel olarak S. Peker ve genel olarak da diğer çete unsurları ile doğrudan ilişkisi ortaya serilmektedir.

S. Peker’in “uluslararası savaş suçları mahkemesinde ülkem aleyhinde delil olmasını istemem ama üzerime gelirseniz Suriye’nin ötesine geçeriz, bir de o tarafı var” şeklindeki itirafı TC devletinin tıpkı işçi-emekçi mücadelesine ve Kürt Ulusal Özgürlük Mücadelesi’ne karşı olduğu gibi Suriye’de de çeteleri kullanarak sayısız cinayet ve katliam işlediğini ortaya koymaktadır. Kuvvetle muhtemeldir ki; Suruç, Gaziantep, Ankara Gar, Diyarbakır’da İŞİD kullanılarak yapılan faşist saldırılar da S. Peker’in “savaş suçları mahkemesinde zarar görmesini istemediği” TC devletinin planlaması ve yönlendirmesi ile gerçekleştirilmiştir.

Alaattin Çakıcı isimli diğer çete liderini “Çakıcı Affı”yla serbest bırakan TC devleti, bu piyon aracılığıyla ulusal ve uluslararası uyuşturucu trafiğini organize ederek içerde Türkiye Devrimci Hareketi ve Kürt Ulusal Özgürlük Mücadelesi’ne dışarıda Rojava, Libya, Suriye başta olmak üzere devrimcilere ve halklara karşı faşist terörünü finanse etmeyi amaçlamıştır.

Alaattin Çakıcı’nın serbest kaldıktan sonra Türkiye’de farklı bölgelerde faaliyet yürüten ve yine yukarda anlatılan ağlarla kontrgerilla faaliyetinin içinde yer alan kimi çete liderleri ile bir araya gelmesinin uyuşturucu trafiğinin organizasyonunu sağlamak maksadı ile olduğu S. Peker’in itiraflarıyla ile kesinlik kazanmış oldu.

Bodrum Yalıkavak’ta Korkut Eken, Mehmet Ağar, Engin Alan, Alaattin Çakıcı’nın birlikte verdikleri fotoğraf uluslararası ticaretin, devlet adına faaliyet yürüten bu unsurlar tarafından organize edilmekte olduğunun beyanıydı. S. Peker’in itirafları bunu sadece doğrulamış oldu.

Elbette S. Peker’in buradaki ifade ettiği gibi “kendisi de derin devletin merkezinde yer almış birisi olarak”, “ne derin devleti ifşa etmek”, “ne devlet ile hesaplaşmak” gibi bir amaca sahiptir. Hayır kendisinin itiraf ettiği gibi “kendisini kullanışsız bulan birileri tarafından tasfiye edilmiştir” ve o da bu tasfiye edilmişliğe, uyuşturucu ve diğer faaliyetlerden elde edilen muazzam büyüklükteki sermayeye ortak olamamanın verdiği kızgınlıkla hareket etmektedir.

 

Demokrasi Umacıları ve Onların Kof Hayalleri

Sedat Peker’in itirafçılaşması ve bildiklerinin çok az bir kısmını ifşa etmesi beraberinde devlet-mafya ilişkilerini, “derin devlet”, “çetelerden temizlenmek”, “devleti ele geçiren çeteler”, “temiz toplum” vb. vb. tartışmaları yeniden gündeme getirdi.

İtirafçılığın günümüz koşullarına uygun olarak “bir kamera bir tripotla” çekilen videolar aracılığıyla gerçekleştirilmesi, meselenin fazlasıyla magazinleştirilmesine de neden oldu. Oysa bir kontrgerilla piyonunun -eğer arka planda özelikle emperyalist merkezlerden bir yönlendirme yoksa- kendi kişisel hırsı sonucu itirafçılaşması magazinleştirilecek, “dizi film tadında” izlenecek bir mesele değil.

Zira; bu kişiliklerin kim oldukları devrimciler için zaten bellidir ve ne ifşa ne itiraf gerektirir.

Diğer taraftan çetelerin kendi aralarındaki bu tür mücadelelerinden demokrasi için bir kazanım ortaya çıkacağına inanmanın kendisi ahmakçadır. Tasfiye edilen kadroların ardından “devletin temizlendiği” algısını oluşturacağı ve ideolojik olarak kazanım elde edeceği açıktır.

Oysa en baştan beri belirttiğimiz gibi mafya-çete ya da genel olarak kriminal olarak ifade edilen suçlar bizzat sistemin parçası durumundadır. Tıpkı din gibi, aile gibi, ordu gibi, polis, hukuk gibi kriminal suçlar da sistemin sac ayaklarındandır. Alaattin Çakıcı’nın S. Peker’e yönelik attığı bir twitte “Devletimiz zaman zamanı geldiğinde her türlü yasadığı pisliğe bulaşmış olanları layık olduğu yere kapatıp devlet kurumları içerisinde bu tip insanlarla iş birliği yapanlardan dolayı bağırsaklarını temizleyecektir.” dediği gibi arada bir devletin kendi parçaları pislik durumuna düşmektedir.

Dolayısıyla bugün S. Peker’in itirafçılaşmasıyla açığa saçılan pislikleri temizlemenin tek yolu birleşik devrimci mücadeleyi örgütlemekten ve devrimi gerçekleştirmekten geçmektedir. Bunun dışında bir yol yoktur.

S. Peker’in itirafçılaşması ve ortaya attığı iddialar, devrimciler ve yurtseverler tarafından bilinmez değildir. Ancak bu kez geniş kamuoyu nezdinde görünür olmuştur. Meselenin belki de tek olumlu yanı budur. TC’nin tam bir suç örgütü olduğu, devrimci komünist harekete, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ne, halka karşı yürütülen karşı devrimci savaşın başta uyuşturucu ticareti olmak üzere her türlü kriminal ticaretle bizzat devlet tarafından finanse edildiği tartışılır olmuştur.

Halka karşı bir suç örgütü olarak kurulan ve “vatan, bayrak, ezan” sloganlarıyla yaşatılmaya çalışılan TC yıkılmadan, ne ülkemize ne de coğrafyamıza barış ve huzur gelecektir. Demokratik devrimin ülkemizde ve coğrafyamızda bir gereklilik olduğu son yaşananlarla bir kez daha kendini kanıtlamış durumdadır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu