Makaleler

“İslam birliği”nden toplumsal hafızaya; egemenlere “denk düş”ME!

aleviler Ortadoğu’nun içten içe kaynayan tablosunun yarattığı etki ve bölgesel olarak petrol yataklarının varlığı emperyalistler açısından bölgesel bir politikayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bu açıdan TC’nin son süreçte Kürt ulusal sorununda attığı adımları bu politikalardan bağımsız düşünmemek gerekir. 2023’te dolacak olan Lozan Antlaşması Türk hakim sınıfları açısından büyük önem arz ediyor.

Zira antlaşma maddelerinden birisi olan “Türkiye’nin yeraltı kaynaklarını çıkaramaması” maddesi süresini doldurmaktadır. Bu açıdan T. Kürdistanı’nda ulusal hareketin gelmiş olduğu silahlı düzey, Türk hâkim sınıfları ve emperyalistleri tedirgin etmektedir. Bu alandaki petrol yataklarının varlığı iştahları açarken bu iştahı kaçıracak etmenlerin tasfiye edilmesi elzem bir noktada durmaktadır TC için.

Bu konuda KCK Yürütme Kurulu Başkanı Murat Karayılan’ın “Nasıl ki, Yavuz Sultan Selim Ortadoğu’ya açılacağı vakit ilk önce Kürtlerle uzlaşarak bu açılımı yapmış ve başarmışsa, bugünkü TC devleti ve hükümeti de eğer Ortadoğu’da bir rol oynayacaksa ve bir misyonun gereğini yerine getirecekse, bunu ancak Kürt karşıtlığını bırakarak yapabilir. Bunu Kürt halkına düşmanlık değil de dostluk yaparak yapabilir” (02.08.2012) şeklindeki açıklaması, TC’nin şu anki politikalarına dair ipuçları vermektedir.

Anlaşılan o ki, Türk hakim sınıflarının bu süreçte atmış olduğu adımlar “demokrasi” adına değil, Ortadoğu için emperyalist hamilerinin verdiği rolleri eksiksiz yerine getirme adınadır.

Amed Newroz’unda Abdullah Öcalan’ın “silahları bırakma”, “Misak-i Milli güzellemesi” ve “İslam birliği” ifadesi ile bu sürece dair ortaya sürülen söylemlerin dikkatle okunması gerekiyor. Misak-i Milli ve silahları bırakma konularının dışında din birliği ifadesine baktığımızda Türkiye’deki azınlık milliyetleri ve inançları tedirgin eder türden olduğu kabul edilmek zorundadır.

Çünkü TC devleti ile birlikte “ortaklaşılan” noktalar, geçmiş dönemde bu söylemler eşliğinde gerçekleştirilen imha, inkar ve asimilasyon politikalarını hatırlatmaktadır. TC devletinde Sünni inancının “resmi” olması ve bu noktada merkezileşme hesapları şovenizmin tohumlarından birisidir.

Bu açıdan “tarihi hatırlatmalar” yaparken, TC devletine ve tarihi sürecine iyi bakmak lazım. “Devlette süreklilik esastır” esprisine bir de bu açıdan baktığımızda karşımıza hiç de sağlıklı bir sonuç çıkmıyor bu “İslam birliği”nden. TC’nin kuruluş yıllarından bu yana Alevi halkına reva görülen zulüm o kadar geriye gitmeye hacet bırakmamaktadır. 1936-38 Dersim Katliamı, Maraş, Gazi, Çorum vs. katliamlar ve de son yıllarda revaçta olan işaretlemeler…

Bunların her biri “İslam birliği”nin temelini oluşturan “Sünniliğin tek mezhep olduğu” başlığı altından yapılan katliamlarken; “İslam birliği”ne sıradan bir konu gibi bakmamız mümkün değildir! Bu bağlamda Kürt Ulusal hareketinin son süreçte girdiği politik pozisyonu okurken ifadelere de bir o kadar dikkat etmek gerekiyor.

aleviler öcalanBunun tarihsel arka planını hatırlamak TC pratiğini teşhir etmenin yanı sıra ifadelerin nereye tekabül ettiğini de gösterecektir. Kimi yazarlar Kürt ulusal sorununa her değindiklerinde Türk-Kürt ittifakından bahsediyorlar. Bu birlikteliğe kısaca bir göz atalım: Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim ile Kürt aşiret liderlerinden İdris-i Bitlisi ismi her iki kesim tarafından oldukça bilinen isimlerdir.

Dönemin iki büyük iktidarı (“Alevi-Şii” Safeviler ve “Sünni” Osmanlı) arasında süren çatışmalarda İdris-i Bitlisi, Kürt aşiretleri mirleri ile Osmanlı devletine askeri anlamda destek olmayı ve Osmanlı’nın himayesi altına girmeyi (özerklik şartı ile) kabul etti.

Coğrafyadaki binlerce Alevi köylünün katledilmesine sebep olan, Alevilerin “mum söndü” söylentilerine sebep olacak kadar inançlarını gizlemelerine yol açan 1514 “Çaldıran Savaşı” ile Osmanlı’nın bölgede tek güç olarak hâkimiyetini kurması sağlandı.

Osmanlı karşılığında Kürtlere yarı özerk/bağımsız bir siyasi statü verdi. Bu statü “Akrad Beyliği’ olarak anılır. İdris-i Bitlisi öncülüğünde Kürt aşiretlerinin Osmanlı hegemonyasına girmesinde en önemli etkenlerden biri de din faktörüdür. Safevilerin Şii, Osmanlıların ise Sünni (Hanefi mezhebi) olması, genelde Şafi mezhebine mensup olmakla birlikte, Şafiliğin de

Sünni bir kolu olmasından dolayı da Osmanlı’yı desteklediler. Buradan varmak istediğimiz sonuç elbette ki Sünniliğin “katliamcılığa” denk düştüğü değildir. Keza Safevilerin lideri Şah İsmail’in Şiilik dışındaki azınlık ve inançlara yaklaşımı da katliamdan ve baskıdan ibaretti. (Ayrıca Şah İsmail, periferileri (etrafı) merkezden yönetme anlayışına sahipti. Bu da, Kürt aşiretlerinin özerklik yapılanmasına aykırı gelmekteydi. Bu bakımdan Kürtlerle Osmanlılar arasındaki bağıntılı ilişkinin temel taşlarından birini din, diğerini de özerklik oluşturmaktadır.)

Yine Suriye’de Beşşar Esad’ın “dini”, “mezhebi”; “Sünni TC” ve “gavur devletlerle” ilişki kurması önünde engel olmadığı gibi kendi dışındaki inançlara karşı katliamcı yaklaşımını da engellememişti. Ayrıca dini, mezhebi ne olursa olsun egemenlerin aynı din ve mezhepten olduğu halkı sömürmekten geri durmadığı bilinen bir gerçektir.

Tüm bu anlattıklarımızı en iyi Kürt ulusu bilmektedir. Çünkü “farklı” olmanın karşılığının egemenler tarafından katliam ve baskıya uğramak anlamına geldiğini; uğradığı katliamlardan, kayıplardan, çatışmalardan, sürgünlerden en iyi Kürt ulusu bilmektedir.

Durum böyleyken Kürt Ulusal Hareketinin egemenlerin söylemlerine (Misak-ı Milli, İslam birliği, Ermeni lobisi, DHKP-C eyleminin “kınanması” ve AKP’ye “geçmiş olsun” dilekleri vs.) denk düşmesi kabul edilir bir durum değildir.

Diğer yandan bunu fırsat bilip Kürt ulusunun mücadelesine yönelik şovenizmi canlandırmanın ve CHP gibi TC’nin kemikleşen faşist bir partisinin dengine düşmenin de bizler açısından kabul edilebilir bir yanı olmadığı açıktır.

Ezilenlerin birliğini esas alan bir mücadele hattında ilerlemeli ve bu tip tehlikeli duruşlardan sakınmalıyız.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu