Makaleler

Sınıf Bilinci, Sınıf Kültürü…

Sana duvarcıyı, duvarcının çektiklerini anlatayım mı? Hava nasıl olursa olsun, duvarcı beline kadar çıplak çalışmak zorundadır. Kolları çalışmaktan bitkindir; yiyeceği pisliğiyle yan yana durur; parmaklarından başka ekmeği olmadığı için, kendi kendini yer. Çok yorgundur çünkü her zaman bu yapıya taşınması gereken koca koca taşlar vardır; bu ay ya da gelecek ay, yapı iskelenin ta tepesine, ev bittiği zaman, bir demet nilüfer çiçeği yerleştireceği yere taşınması gereken bir taş parçası vardır. İş tamamlanınca duvarcı ekmeği varsa evine döner, ama bu arada çocukları büyük yoksulluk içerisinde kalmışlardır.” (Fischer:1968;142)

Bu sözler, kadim Mısır’a dair yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan bir papirüste yazıyor. Anlaşılacağı üzere sıradan bir duvar işçisinin toplumsal eleştirisini belirten sözlerdir bunlar. Bu işçinin nasıl bir ıstırap içerisinde olduğunu ve çaresizliğin nedenli büyük olduğunu ve de yaptığı işin ve sonuçlarının nelere rağmen neler olduğunu okuduğumuz yazısının her satırında görebiliyor ve hissedebiliyoruz. İşçimiz büyük, görkemli konutlar yapılar; nilüfer çiçeğinin yakışabileceği kadar güzel binalar bunlar. Ne var ki, açlık yoksulluk ve ağır iş ve çalışma koşullarının altında bedeni olabildiğince hırpalanmaktadır ama ruhunun da bu naçarlıkta bir o kadar hırpalandığını papirüsteki, sözlerin yansıttığı binlerce yıl öncesinden bahsediyoruz.

Zaman geçiyor ve aradan binlerce yıl eksildikten sonra Afrika’nın Thanga’sında bir yol işçisi çocuk Avrupalı patronu için şöyle diyor:

Bize kötü davranıyorlar

Bize hiç acımıyorlar

Kahvelerini içiyorlar

Bize hiç vermiyorlar

Afrikalı bu yol işçisinin, binlerce yıl önce yaşamış duvarcının hislerinin aynısına sahip olduğu çok belli. Tıpkı duvarcı ustası gibi kötü şartlarda çalışıyor ama yine de karşılığını alamıyor, yine aç kalıyor. Sömürüyü kaslarında ve ruhunda hissediyor, öyle ki, ona bu türküyü yaktıracak kadar hırpalanmış.

Zaman geçiyor biraz daha Brecht “Okuyan bir işçinin sorularında” şöyle yazıyor;

Kim yaptı yedi kapısını Thebai kantinin

Kralların adlarını veriyor tarih kitapları

Krallar mı taşıdı o koca koca taşları

Kuşkusuz bu sözler hedeflidir. Biraz alaycıdır, sitem ve eleştiriyle yüklüdür. Cevabı Afrikalı yol işçisi ya da Mısırlı duvar işçisi tarafından yanıtlanmış sorulardır. Aslında bunlar sorudan öte bir bilinç aydınlanışına işaret eder. Tıpkı 1889 Londra Limanı’nda çalışan bu işçinin sözleri gibi;

“Hepimiz boydan boya demir parmaklıklarla çevrili bir kulübenin içine tıkıştırılmıştık. Dışarıdaki usta başı ve ya müteahhit, hayvan pazarında gezinen bir satıcı edasıyla bize yaklaşır ve bir iş bulma hevesiyle bir birlerini ezen ve bir günlük iş fırsatı için adeta hayvanlar gibi dövüşen kalabalıktan insan ayıklarlar ve seçerlerdi.” (Aktaran Coşkun; 2012; 17)

Ne kadar aşağılandığının ve tıpkı bir hayvan muamelesine katlandığının farkında olan ama emek gücünden satacak başka satabileceği olmayan amele pazarına sürülmüş bir işçinin sözleriydi bunlar ve tıpkı Zonguldak maden işçisinin, Bursa tekstil işçisinin, Urfa, Çukurova, Rize, Trakya tarım işçilerinin, Tuzla deri işçisinin, ya da Çin’deki demir işçisinin, Ditroit’teki otomotiv işçisinin, Hindistan’daki yazılım işçisinin ya da Almanya’daki montaj işçisinin sözleri gibi Brecht’in sorularını yanıtlıyor. Hepsinin de hissettikleri Mısırlı ya da Afrikalı işçinin hisleridir. Sanki zamanda yolculuk yapılmış gibi o papirüste bugünün koşullarında çalışan işçilerin imzası vardır. Aynı ıstırap aynı toplumsal eleştiri; aynı sömürü aynı rezillik. Aynı kaslar ve aynı sinirlerin hırpalanışı. Zaman geçiyor elbette ki değişiyor birçok şey. Birileri ölüyor, eskiyor, ölenin yerine bir başka şey geçiyor, tazeleniyor eskiyenler. Ama sınıfların varlığı toplumsal üretim ve bölüşüm tarzlarına bağlı olarak her çağda sömürüyü koşulluyor ve sömürülenlerin buna yönelik toplumsal eleştirileri, sadece manilerde, türkülerde, şiirlerde değil, sadece röportajlarda, yazılarda değil sömürülenin hemen hemen tüm yaşam biçimlerinde öyle ya da böyle kendini belli ediyor.

Bu belli ediş bir sınıfsallık koşuluna dayanır. Dolayısıyla da bir kültürel drama işaret eder.

Çalışmamızın bundan sonraki bölümünde yapmaya çalışacağımız şey bu sınıfsallık çerçevesinde kültürel dramın ne olduğu nasıl olup ve nasıl göründüğüne dair bir anlama çabası olacaktır. Bunun için işçinin sadece iş görürkenki durumuna değil gündelik yaşamını oluşturan değer parçalara da (ev, arkadaş, sanat, eğlence, dinlence vs.) dikkat etmek gerekecektir. Bu söylediklerimize sadık kalmak, genel söylemlerin ötesine zorluyor ama yazımızın kapsamı ve ihtiyaç ölçüsünde Mısır’ın duvar işçisiyle Tekel (Türkiye) işçisinin hislerini aynılaştıran şeyin ne olduğunu açıklayabilecek sözlere hedef olmaya çalışacağız.

 

***

Kapitalizm ortaya çıkıp, gelip, toplumsal süreçlere egemen olmaya başladıkça artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı da belirginleşmeye başladı. Ve bu söz gerçek anlamıyla şöyleydi; Toplumu oluşturan her unsur parçalanarak başka “şey” haline gelmiş; eski olan şeylerin yerine yeni olan şeyler geçmişti. Tanımlanması birey için zor, karmaşık ve sanki gizil özelliklerden oluşan bir yapıydı bu. Feodalizmin katı yapısına duyulan nefretten dolayı sahipleniyor ama diğer yandan da yeni bir esirlik statüsüyle bu karmaşık ilişkiler içerisinde kaybolma halinden dolayı yeni nefret biçimleri çıkıyordu ortaya. Tıpkı Araf’ta kalmak gibi.

Dashiell Hommett’in “Malta Şahini” romanında polis ajanı metresi olan kadını elektrikli sandalyede idam edileceğini bile bile “adalete” teslim eder Bunu yapma nedenini de para ve başarının her türlü duygudan daha değerli olmasıyla açıklar. Kadının sorusu saflığını ele verir gibidir; “Artık beni sevmiyor musun?”. Ajanın cevabı ise sahiplendiği yeni değerlerine ne kadar sadık kaldığını gösterir niteliktedir;

 “Bunun neye yaradığını bilmiyorum… Hiç bilen var mı? Hem bilsem de ne çıkar bundan? Belki gelecek ay sevmeyeceğim… O zaman ne olacak? Enayilik ettiğimi sanacağım. Diyelim ki, seni seviyorum, bu yüzden de yakalanıyorum, işte o zaman gerçekten de enayilik etmiş olacağım. Ama seni şimdi polise verirsem elbette çok üzüleceğim, ama zamanla geçecek bu.”

Bu satırlarda, insana karşı olan, insanı ezip öğüten, onu teslim alıp hiçleştiren, kendine yabancılaştıran tüm insani duygularını, insanı fizyolojik özelliklerin ötesinde insan yapan özellikleri buharlaştıran, en kutsal sağdığı sevgisini bile bir çırpıda elinden alan ve bütün bunları onun kendi eliyle yerine getirmesini (kimisi kendi rızasıyla bunu yapıyor insan, diyor ) sağlayan bir sistemin resmini görüyoruz: Dilini ve onu o yapan özelliklerini görüyoruz.

Bu satırlar sadece bir romandan alıntı değil. Şimdilerde biz, etrafımızda bu satırlarda yazan acımasız ve bir o kadar kötücül ve bir o kadar çığrından çıkmış bir aç gözlülükler ağı içinde yaşıyoruz. Seviyesi insanın midesini kaldıran TV programlarında, “sizce aşk mı? Para mı?” sorusuna, “para önce gelir. Paran varsa zaten aşkı bulursun” diyenlerin seslerinde ne bir titreme, yüzlerinde ne bir kızarma görülüyor. Tereddütsüzce verilen bu cevap, sevgilisini elektrikli sandalyeye gönderen ajanın insafsızlığı gibi tüm insaniyetini kapı önüne koymaktır.

Kuşkusuz mesele “para” ve “aşk” kıyaslamasıyla sınırlı değildir. Bu kıyas bile içinde bulunan çukurun ne denli derin olduğunu gösterir. Zira insan için “aşk” evrendir. Evrenin en parlak yıldızıdır. Düşler ülkesidir. Yarattığın şehirdir, içinde kaybolduğun ormandır. Mavi gökyüzün, dalgalı denizindir. Alabildiğine özgürlüğündür. Sonsuzluğundur. Yürüdüğün bitimsiz yollardır, ulaşmak istediğin uzaklarındır. Her gün onun için yaşadığın, onun uğruna öldüğündür… Bakmayın siz, şimdilerde aşkı parayla değişenlerin aymazlığına; bu ülkede aşk namustu ve “namus belasına dam yatılır”dı. Meselenin sınırları toplumsal sınırların bütün sınırını kapsıyor. Aşk ve paranın bir araya getirilmesi onun birbirine karşı olan özelliklerinden doğan çatışmanın şiddetinden bu şiddetinse getirici çekiciliğinden ileri gelir. Bu iki uç arasında birikmiş bir yığın çatışmalı ilişkiler bulunuyor oysa. Bu bir iktisadi yapı ve onu yaratan ama aynı zamanda onun içinde yer alan bir toplumsal kültürel yapının çatışmalı halidir.

Toplumsal üretim ve bölüşüm süreçleri bir devrimle her bakımdan köklü değişikliğe uğradığında maddi temel nitel değişime maruz kalınca buna bağlı olarak o toplum içinde ki insanın yaşamı da, o yaşama dâhil ya da onunla ilişkili ne varsa o oranda değişime uğramaya başlar. Bu öyle bir değişimdir ki buna, insanın davranışı ve düşünüş biçimi, algılama yeteneği, ruh hali, hatta fizyolojik yanı bile dâhildir. Sorun değişimin kendisinde değil, zira doğada her şey değişir insan da değişir. Ama yıkıcı olan alışıldık değişimlerin nitel birikmeye dönüşüp köklü bir alt/üst oluşturmasıdır. Kuşaklar boyu varlığını koruyan, neredeyse statik gibi görünen maddi ve ona dayanan kültürel yapı yerine, ücretli emek gücüne dayanan, iş bölümünün derinleştiği, yapılan işlerin parçalara bölündüğü ve bununla birlikte insanın yeteneklerinin köreldiği ve yaptığı iş gibi parçalandığı gibi ve insanı her şeyden hatta kendine bile yabancılaştırdığı bir vahşi sistem geçmişti. Bu durumda insanın hiç Bir şey olmamış gibi kalması düşünülemezdi.

Politik iktisat, işçiyle (emek) üretim arasındaki dolaysız ilişkiyi göz önüne almayarak, emeğin kendi içinde yatan yabancılaşmayı gizler. Emek zenginler için gerçekten güzel şeyler yaratır-ama işçi için ürettiği yalnızca yoksulluktur. Emek saraylar üretir- ama işçi için ürettiği izbelerdir. Güzellik üretir-ama işçi için çirkinlik. İnsan emeğin yerine makinaları koyar-ama işçiden bazılarını barbarca bir çeşit çalışmaya iteler. Ve başka işçileri de makinalaştırır. Zeka üretir ama işçi için ürettiği aptallık, budalalıktır.” (Marx: 2000;77)

İşin aslını bu paragrafta yazıldığı gibi görmeye başlayınca ciddiyetin de ne kadar yüksek olması gerektiğini görebiliyoruz. Sorunun aslında hayatımızın her aşamasında gündelik yaşamımızın her anında hatta kendisi olarak var olduğunu görüyoruz. Durumun üst boyutlu oluşu karşısında bizim bu ifadelerimiz dile kolay geliyor. Bu nedenle de konuyu kültürel tanımlamalardan hareketle anlamaya ihtiyaç var. Hangi kültürden bahsedersek bahsedelim mutlaka o kültürün içinde bulunduğu iktisadi yapıya (ve söz konusu diyalektik ilişkilerin toplamına da) ağırlıklı değinmek de gerekir. Çünkü kültür niyetlerle alakalı olmayıp, ondan bağımsız insanın maddi üretimlerinin sonucu olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla içinde insan olmayan bir kültürel tanım kabul edilemez/edilmemeli. Zira hemen her bilim dalı kendi çerçevesinden oldukça fazla tanım yapmıştır. Bunlardan hangisini alsak illa ki diğerini yanlışlamaz. Ama biz genel hatlarını belli ederek, kafamızda bir resim oluşturacak bir tanıma olanak verecek değinilerde bulunacağız.

 

Kültür Nedir? Kültür Üzerine:

Kültürün, insanın maddi üretimlerinin bir sorunu olarak ortaya çıkması, gibi bir giriş tanım için iyi bir giriş olabilir. Buradan devam edelim. İnsanların maddi ihtiyaçlarının (temel ihtiyaçlar olarak “üreme” ,”korunma”, “yemedir”) karşılanması için yürüttükler pratik faaliyetler sırasında oluşan duygusal ve sanatsal süreçlerle oluşan bütünsel yapıyı kültürel olarak değerlendiririz. Karnını doyurma, “üreme” ve “korunma”dan bu şekilde bahsederken basit ve ilkel (hatta hayvani) çağrışımlar yapıyor görünebilir. Ama gerçek böyle: insan, hayvanlardan ayrılıp da tarih sahnesine çıktığında kültürel süreçlere de böyle başlamış oldu ve insan olma özellikleri geliştikçe onu da onu da işin içine katarak anlamını geliştirip güçlendirdi.

Çevresel ilişkiler ve üretim biçimleri bağlamında toplumsal yapının üzerine inşa edildiği sosyo-ekonomik koşulların insan zihninde yarattığı biçimlerin toplamını da bu tanıma alıyoruz. Dolayısıyla insanın toplumsal maddi pratiğiyle alakalı bir sorunsal olduğu açığa çıkıyor. Dahası, bireysel ve toplumsal ilişkilerin bütününün temeli bu pratik süreçle oluşur. Çünkü toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinin düzenlenişi çerçevesinde maddi pratikler zorunlu olarak etkin biçimde görünürler ve kültür de bu maddi pratik üzerine kurulan (ve onun içinde olan) ilişkiler çerçevesinde ortaya çıkar. O halde bu maddi pratik, toplumsal yapının gelişim istikameti ve seyrini, insanların düşünüş seyrini de temellendirir. Bu aynı zamanda şu anlamı da taşır içinde; maddi toplumsal koşullar -üretim ve bölüşüm ilişkileri- değişiklik gösterdikçe bu değişim kültürel değişimin de belirleyeni olur. Böylece ortak tarihsel süreçleri paylaşmışların kültürel algılamaları da ortak olur.

İnsanın temel ihtiyaçları olarak belirttiğimiz üreme, yeme ve korunma gibi pratik faaliyetlerle duygusal ve sanatsal biçimlenişine dair daha doğru ifadeyle bunlar arasındaki diyalektik bağın güçlülüğüne dair hem de ortak tarihsel süreçleri paylaşanların kültürel algılamalarındaki ortaklığa dair ve hem de sınıflar arasındaki söz konusu biçimleniş farklarının belirginliğine dair Marx’ın şu ifadeleri çarpıcıdır;

Beş duyunun oluşması, şimdiye kadar ki dünya tarihinin sonucudur. Basit pratik gereksemelerin sınırlandırdığı duyuların anlamı da kısıtlıdır. Aç kalmış bir insan için besinin insani biçimi değil, besin olarak soyut özü var olabilir ancak. Böyle bir besin, en kaba olarak saba biçiminde de elde edilebilir ve aç kalmış insanın yemek yemesiyle bir hayvanın yemesi arasındaki farkın ne olduğunu söyleyemezdik. Yoksul, sıkıntı içindeki adamın gözü en güzel oyunu bile görmez; madenleri işleyen adam onların yalnızca ticari değerini düşünür, madenin güzelliğini ya da eşsizliğini düşünmez. Madenler biliminden haberi yoktur. Dolayısıyla insan özünün nesneleştirilmesi, hem kurumsal hem de pratik bakımından insani hayatın ve doğal tözün (cevher) büyük zenginliğini karşılayan insani duyular yaratmayı olduğu kadar insanın duyularını insanileştirmeyi de gerektirir.” (Marx: 1971; 21)

Söylediklerimiz ışığında özetleyeceğimiz şey, kültür tanımlarının çokluğuna rağmen, nereden hareket edersek edelim tanım illa ki maddi üretim kapsamına dahil olmak zorunda kalıyor. Tüm olarak tinsel ve türel yaşamı geniş bir toplumun bütün alanlarında ortak olan dinsel, ahlaksal, estetik, teknik ve bilimsel nitelikteki olayların bütünü ve de bedenle ve ruhla ilgili yetileri geliştirme (Akarsu: 1998) gibi çok geniş bir tanıma da varsa ya da gelişigüzel bir tanım da olsa toplumsal maddi süreçlerden kopamaz. Ama bizim genel tanımların dışında sınıfsal görüşümüz bu konuda daha özellikli açıkla yapmayı gerektiriyor. Çünkü biz biliyoruz ki, “her kültür belli bir toplumun siyasetinin ve ekonomisinin ideolojik bir yansımasıdır.” (Mao: 1975;5) O halde biz buradan hareket edip sınıfsal kültür bağlamına varmalıyız.

Toplumsal üretim ve bölüşümün örgütlenmesine bağlı olarak üretim sürecindeki konumu ve bölüşümden aldığı paya göre farklı maddi koşullara sahip sınıflar oluşur. Böylece değişen maddi koşullara bağlı farklı sınıflar ve kültürler de oluşur. “Her kültür, belli bir toplumun siyasetinin ve ekonomisinin ideolojik bir yansıması” olarak çıkar karşımıza. Üretim-bölüşüm bağlamıyla siyasal iktidar mücadelesi sınıfların ne kadar uzlaşmaz olduğunu da gösterir. Üretim ve bölüşüm süreçlerinin örgütlenmesi demek, siyasal iktidarı elinde bulunduran sınıfın lehine bölüşümden daha çok pay ayrılması demektir. Bu da üretim araçlarının sahipliğinin belirlenmesi diğer sınıf üretiminde baskı kurulması ile başlayıp, gündelik yaşamdan başlayıp kamunun her alanında mücadele ve toplum düşünce ve duygusal süreçlerinde hakim olmak gibi avantajlar elde etmek anlamına gelir. Sorunun sadece üretim araçlarını kendi elinde toplayıp bölüşümün ne olacağını belirlemek gibi maddi süreçlerde belirleyici olup, insan yaşamını bütünleyen diğer yönleri umursamaz olmayıp aksine her alanla birlikte kültürel alanı da yönetmek olduğunu bilmek önemlidir. Dolayısıyla iktidarı elinde bulunduran sınıf toplumun kültürel süreçlerini de yönetmek için gerekli maddi araçları da önemli oranda elinde toplar Marx’ın dediği şey gerçekleşir. Bir toplumun egemen kültürü ekseriyetle, iktidarı elinde bulunduran sınıfın kültürüdür.

Ama yine de tek kültür değildir. Doğası gereği uzlaşmaz sınıflar kesintisiz mücadele halinde olurlar ve bu süreçte kendi kültürleriyle de mücadele içindedirler. Biri diğeriyle kaynaşmaz, biri diğeriyle öz bakımımdan kapsanamaz, 1942’de başkan Mao’nun, Yenan formu kapanış konuşmasında ki şu paragraf, toplumdaki sınıfların varlığı, bunlar arasındaki mücadelenin kültür-sanat alanında yansıyışına dair çarpıcı bir açıklama sunar: “İnsanın sosyal hayatı sanat ve edebiyatın tek kaynağı olduğu halde, muhteva bakımından sanat ve edebiyatla kıyaslanmayacak ölçüde canlı ve zengin olduğu halde, insanlar sadece hayatla yetinmezler, sanat ve edebiyat da isterler. Niçin? Çünkü her ikisi de güzel olmakla birlikte, sanat ve edebiyat eserlerinde yansıdığı biçimiyle hayat, daha yüksek bir düzeyde, daha derin, daha yoğun, daha tipik, ideale daha yakın ve dolayısıyla da gerçek günlük hayattan daha evrensel olabilir ve olmalıdır da. Devrimci sanat ve edebiyat, gerçek hayattan çıkarılmış kişiler yaratmalı ve kitlelerin tarihi ilerleyişine yardımcı olmalıdır. Söz gelimi bir yanda açlığın, soğuğun ve zulmün getirdiği acılar; öte yandan insanın insan tarafından sömürülmesi ve ezilmesi vardır bu gerçekler her yerde vardır ve insanlar bunlara olağan bir şey gözüyle bakarlar. Oysa yazar ve sanatçılar böyle günlük olayları yoğunlaştırırlar, bu olayların bağrındaki gelişmeleri ve mücadeleleri gözler önüne sererler ve kitleleri uyandıran, coşkuyla tutuşturan ve onları çevrelerini değiştirmek üzere birleşmeye ve mücadeleye yönelten eserler yaratırlar. Böyle bir sanat ve edebiyat olmadan, bu görev gerçekleştirilemez; en azından etkili ve hızlı bir şekilde gerçekleştirilemez.” (Mao: 1975; 52)

Başkan Mao burada kültürün bir ideolojik yansıma olduğu gerçeğine sadık kalıyor. “Sanat ve edebiyat eleştirisinde iki kıstas vardır: siyaset ve sanat.” (Mao: 1975; 61)

Böylece toplumda olup bitenlerin o toplumun üretim tarzı tarafından belirlendiğini ve süreçleri belirleyenin de buna bağlı sınıfsal mücadele olduğunu, bu sınıfsal mücadelenin de buna bağlı sanat, kültür ve askeri… her alanda olduğunu kabul ediyor. Ama bellidir ki, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran siyasal iktidardaki egemen sınıfın kültürü toplumun tümünü kapsayıp içine alan yegane kültür değildir. Sınıflı toplumlarda egemen kültür toplumun bütününü temsil etmez-edemez. Öyle olsaydı zaten sınıf olmasının, ayrı bir sınıf olmasının bir anlamı olmazdı. Bu nedenle onunla çatışma ve egemen kültür, ezilen sınıfın kültürünü etkisiz hale getiremez ya da onlar üzerinde tam bir etki kuramaz: Maddi koşulların farklılığı kültürler arasındaki farklılığı da korur. Buna bağlı olarak sömürülen sınıfın kültürü sömürücü sınıfın kültürel hegemonyasına karşı direngendir. Onu reddeder; ona meydan okur.

Egemen kültüre ya da egemenlerin dayattığı kültürel formlara açık biçimde meydan okuyabilecekleri onları reddedebilecekleri gibi ona örtük bir muhalefet sergileyebilir, parodileştirebilir, yeniden yorumlayabilir dönüştürerek temellük edebilirler.” (Özbudun; 2010; 71)

Bu çok alenen bir çatışmalı halde de olabilir ya dedikodu biçiminde de, bir berber muhabbeti biçiminde de, ya da patronu arkasından korkarak, sesini kısarak konuşmak biçiminde de olabilir. Bu dernek, sendika, parti vs. biçiminde de olabilir bu, sosyal medya üzerinden bir çıkış da olabilir. Ve bu uçların arasında sergilenen sayısız biçimler süreç içinde yerlerine konumlanırlar. Zira kültür öncelikle belirli dönemlerde verili bir insan topluluğunun alışkanlıklarını, becerilerini, kavramları, araçları, kurumları vb. olarak tanım alır. (Sofronski:2013)

Biz bunun en çarpıcı örneklerinden birini Taksim-Gezi İsyanı’nda gördük. Şiddeti düşse de artçılarıyla halen devam eden direnişin yarattığı ve direnişi açığa çıkaran biçimler bariz olarak politik iktidardan uzak, o iktidarca reddedilmiş, görmezden gelinmiş, o iktidarın temsil ettiği sermaye tarafından sömürülen kitlelerin kendi kültürleriydi. Bu kültürle politik iktidarın dayattığı kültüre karşı koyuş onu alaya alıp etkisiz kılış onu aşağılayıp ters çevirip yine sahiplerine karşı kullanış, kitlesel eleştiriş, öfkeyle tahribe yöneliş kendisine ait olmayan sömürü simgeleriyle çatışma vs. Bunların hepsinin temelinde politik-ideolojik bir temsil var. Zira direnişi sahiplenenlerin temsil ettiği sınıfla ona saldıranların temsil ettiği sınıf açık bir şekilde farklıdır. Zaten forumlardaki tartışmaların “temsili demokrasi”, “doğrudan demokrasi” gibi başlıklarla biçimlenmesi bu nedenle anlamlıdır.

Ayrıca karikatürden dansa müzikten, tiyatroya, baleden, resimlere kadar hemen her sanat dalı direnişin kültürel özelliğini yansıtırken, duvar yazılarından pankart ve afişlere, sistemin bel kemiği olan bankaların taşlanmasından, küresel çapta etkinlik gösteren ve emperyalizmin simgesi olmuş dükkan ve mağazaların taşlanması, gazetecilik onurunu bir kenara bırakıp iktidarın sözcülüğüne soyunup direnişçilere saldıran gazete, TV araçlarının yakılması, direniş alanına sokulmaması binalarının önüne gidilip protesto edilmeleri, iktidarın koruyucu kuvveti olan polisle sokak sokak aylarca çatışmalar sınıfsal çatışmanın biçimiyken egemen kültürün dayatılmasına da karşı koyuşun kültürel biçimlerini de göstermektedir. “Aydınlık bir gelecek için kör olmaya razı olan” mahkemedeki yargıca “evde oturup penguen belgeseli mi izleseydim” ya da tüketim sembolü olan AVM’ye karşı gelen direnişçilerin hepsi bir sınıfsal kültürü dışa vurmaktadırlar. Orada o anda bir temsiliyet durumundadırlar.

Lümpen sloganlardan, devrim şarkılarına, küfürlü yazılardan politik pankartlara kadar ortaya konan göstergeler belirgin yapının heterojen özelliğini işaret ediyor ama bu durum hem “halkın dostları kimlerdir” sorusuna bir cevap olarak görülebilir, hem de proleter sınıfın sınıf bilincinin tek ton olmayıp çeşitli düzey ve kademelerde olduğunu da gösterir. Kültürel kapsamın belirleyici unsuru olduğu için “sınıf bilinci”ne değineceği daha sonra ama son cümleye tek ton, tek seviye, homojen olmaması bizi örneklemeye götürüyor. Örneğin aynı işyerinde çalışan iki işçi olsun. Biri “Kahrolsun kapitalizm, daha fazla demokrasi” sloganını atıyor olsun.

Bu arada diğer işçi “Maaşımıza daha fazla zam istiyoruz” desin. Bir tanesi polis aracına saldırsın bir tanesi mağazanın kırık camından içeri elini sokup bir çift ayakkabı alsın. Burada konuyu ahlaki boyutta ele almak en son yapılacak şeydir. Kaldı ki sağlıklı bir ele alışta ahlaki değerlendirme ortadan kalkacaktır. Birinci işçi sistemi iyi tanımaktadır. Yoksulluk içerisinde oluşunun bir sistem sorunu olduğunu bilerek bunu bir sloganla ifade eder ve bu sınıfsal-ideolojik bir söylemdir. Yani birinci işçi sınıf bilincine sahip politik bir işçidir ve çıkarının nerede olduğunu bilmektedir. İkinci işçi de yoksuldur. Doğrudan sistemi hedef almıyor görünüyor. Sadece biraz maaş artımıyla geçimini sürdürmek istiyor. Kırık vitrinden bir çift ayakkabı alması ise onun ne kadar zor şartlarda yaşam sürdüğünü de gösterir. Fakat herşeye rağmen o işçide çıkarının nerede olduğunu bilmektedir. Ekonomik talebi onun sınıfının talebidir. Lenin ekonomik mücadele sınıf mücadelesinin önemli bir parçasıdır, derken buraya ışık tutuyordu.1980’li yıllardan önceki işçi sınıfı mücadelelerindeki genel talebin ekonomik talep ağırlıklı olduğunu hatırlatarak, politik iktidarı hedefine almasa dahi, ekonomik taleplere sahip bir işçi de sınıfa dahildir, belli bir bilinç taşır, bu sınıf bilincinin ne derece gelişkin olacağı bir süreç işidir. Bu konuya tekrar değineceğiz. Şimdi başa dönüp devam edelim.

Marx’ın deyişiyle kapitalizm her şeyi ters-yüz ettiğinden onları gerçek işlevinden uzaklaştırıp başka bir şey haline getirip yapay-yapıntı olarak tekrar sunar. Bu kültürel çeşitlilik özgürlük para ettiği oranda piyasaya sürülür. Stalin, burjuvazinin kendi boynuna geçeceğini bildiği halde kar edeceğinden eminse urganı bile pazarlar derken, alışagelinen her şeyin acayipleşebileceğini anlatıyordu. Buna kuşkumuz yok elbet. Para için kapitalistin neler yapabildiğini savaşlardan da bakkalda ki ekmekten de biliyoruz ama mevzu göründüğünden daha incelikli işliyor.

Kabileler, klanlar, köy dernekleri, dinsel tarikatlar vb. gibi tüm geleneksel toplumsal kültürel gruplar paylaşılan normlar üzerine temellenirler ve bu normları ortak amaçlara varmak için kullanırlar. Kalkınma literatürü genel kural olarak bu biçimiyle toplumsal sermayeyi bir değer olarak görmektedir, daha tipik bir biçimde yatkınlık olarak görülür. Ekonomik modernleşme geleneksel kültür ve toplumsal örgütlere antitetik olarak görülmüş veya onları ortadan kaldıracağı ya da gelenekçili kuvvetleri tarafından engelleneceği öngörülmüştü. Eğer toplumsal sermaye gerçek bir sermaye biçimiyse bu neden böyle olsun?” (Aktaran, Özbudun: 2010;14)

Burjuva neo-liberal akıl hocalarının bu yaklaşımından çok şey çıkarıyoruz. Kapitalizmin tarumar ettiği, anlam raylarından çıkartıp pazara sürdüğü güven, dostluk, dayanışma, dürüstlük gibi; kendi kendini denetim geleneksel hiyerarşik yapılar bir kere daha sömürülüp sermaye olarak kullanılacaktır. Çünkü bu değerlerin maliyeti sonradan kurulan bürokratik denetim maliyetini ortadan kaldırır ya da minimize eder. Bunun masrafları aşağı çektiği açıktır ama öte yandan işletme içindeki işçiler ve idareci arasında ki güven ve sadakat ilişkisiyle istenilen bir hiyerarşi yeniden kurulmuş olur. Ve elbette sürekli olarak insanın içinde taşıdığı ama o ya da bu nedenle o ya da bu oranda zedelediği, günümüz dünyası içinde özlenen sevgi, saygı ve güven duygusu içinde ki işçiler üretimde daha başarılı olacaklar ve böylece işletmecide daha fazla kar elde edecektir. İşçiler huzurlu patron memnun. İşte kapitalizmin ve incelikli sömürüsünün teorisi.

Bunun pratikteki karşılığının kafamızda nasıl bir resimle belireceğine dair iyi bir örnek var. Örneğimiz 1927 yılında Boston-ABD’de kurulun Ritz-Carlton oteller zincirinden 23 ülke 70 kuruluş ve 35.000’e yakın çalışanı bulunuyor. Alanıyla ilgili yeryüzüne verilen bütün kalite ödüllerini almış bir şirket bu. Şirketin işlerliği yukarıda bahsettiğimiz bazı değerlerin sömürüsü üzerine yükseldiği için her şey dışarıdan göründüğü gibi parlak değil.

“İnancımız”, “ilkelerimiz”, “hizmet basamakları” “hizmet değerleri” gibi pek çok belirlenmiş standart bulunuyor. Müşterilere (onlar konuk ya da misafir diyor) saygılı, sıcak, sevecen, kişisel zarif içten davranmak benimsenmesi gereken inançtır. Çalışanların kendini değerli hissetmesi için “Bizler hanımefendileriz” cümlesi temel ilke olarak benimsenir. Ki bu ilke her sabah “ilkemiz kalite” adı altında duyuru olarak okunur. Ritz-Corlton Otel’inde çalışan hanımefendilerimiz ve beyefendilerimiz, konuklarımıza sözünü verdiğimiz üstün hizmetin en önemli kaynağıdır.

Güven, dürüstlük, saygı, güvenilirlik ve sorumluluk prensiplerini esas olarak, her bir bireyin kendi yararına hem de şirketin yararına geliştirmek ve maksimum saygıyı sağlamak amacındayız. Ritz-Corlton, farklılığa değer verilen, yaşam kalitesinin zenginleştirildiği, bireysel tutkuların dikkate alındığı ve Ritz-Carlton gizeminin güçlendirildiği bir çalışma ortamı sunmaktadır.

Köle sahiplerinin “başarılarının” ardında yatan prensiplerdir bunlar. Günümüz dilinde çalışanlara “iç müşteri” diyorlar. Fakat “Ritz-Carlton çalışanı olmaktan gururluyum” sloganı altında oluşturulan ve hizmet değerleri olarak adlandırılan maddeler köleye köleliğini sevdirme prensibi oluyor.

Güçlü ilişkiler kurar ve hayat için Ritz-Carlton misafirleri yaratırım”, diye başlayıp “misafirlerin tüm gereksinimlerini belirli ilkeler temelinde yerine getirip “güzel, gizemli ve hatırlanabilir bir deneyim yaratmaya yetkiliyim”le sürüp giden ilkeler vs. Güven, saygı, sorumluluk ve daha ucu açık biçimde insani sıcak değerler. İşte toplumsal sermaye adı altına çekilen değerler. (Tütüncü: 2013; 154-155)

Kapitalizmin sadece maddi olanı değil para edebilecek soyut, soyut olmayan her şeyi ve her şeyi piyasaya sürmesini anlarız. Doğayı tarumar edip tüm madenleri yeryüzüne çıkarıp piyasaya sürdüğü gibi insanların bilincini de kazıp para edecek özellikleri pazara sürüyor. Güven, saygı, dürüstlük, vicdan, aşk ve daha insanı insan yapan kutsal olan ne varsa sökülüp alınmakta, şeyleştirmekte ve yeni bir yapı oluşturacak biçimde sunulmaktadır. Bu yeni yapının içinde insan yoktur. O yapıya bağlı olan her yer ve şeyde insansızlaştırma yapılmaktadır. Sanatında, hukukunda, dininde, değerlerinde, hukukunda bütün bir kültüründe vs. insan yavaş yavaş silinmektedir.

Topluma yeni bir kültürel yapı sunulurken “işçinin bir meta düzeyine düştüğünü” (Marx) görürüz. Antik Romalıların köleye verdiği şu şeye dönüşmüştür işçi instrumentum vocale (Sesli Alet).

Kuşkusuz köleler harcadıkları emekle insanlık tarihinin güçlü temellerinden bir süreci sırtlamışlardır. Binlerce yıllık süreçlerin ekonomisinde temel unsur olmuşlardır. Kan, ter, gözyaşı, insanlıktan sıyrılma, parçalanma ve günümüz aklının sınırlarını zorlayacak pek çok acıya, ağrıya rağmen. Fakat sonucu rızaya varan zorlamalarla dahi olsa kölelerin kendi emeklerine yaklaşımları köle sahiplerinkinden temel biçimde farklıdır. Hayatı bile kendine ait olmayan birinin hayatı algılayışıyla hayata yaklaşımıyla mal-mülk sahibinin ki farklıdır. Fakat hayat tekdüze olmadığı gibi kırılma süreçlerinin ne zaman gerçekleşeceği de koşullarla ilgilidir. Tıpkı an gelip Spartaküslerin ortaya çıkıp Roma’nın tahtını sallaması misali.

Dolayısıyla bugün bir köle kadar şeyleşen işçinin, gün gelip ezen sınıfın tahtını sallaması için mayalanmasını sağlayan kültürel-sınıfsal bilinç nasıldır-nedir sorusu bir başka önemlidir. İnsan doğaya hükmetmeye çalıştıkça, içinde bulunduğu maddi süreçlere müdahale edip değiştirdikçe, maddi süreçle zihinsel-duygusal süreç bütünlüğü kuvvetlenir. Bu bütünlük süreçlerin toplamı insanın toplumsal bir varlık olarak özne olma özelliği toplumsallaşmayla birlikte de bir kültür oluşturmanın garantisidir. Sonuçta ortaya insanın zihninde olup bitenler garantisidir. Sonuçta ortaya insanın zihninde olup bitenler ve onun diğer insanlarla ilişkilerinin maddi süreçlere dayandığını kabul ederiz. Dolayısıyla toplumsal dahilinde olan bütün belirlemeler gibi kültürü de bu süreçle bağıtlı ele alırız. Ancak bu bağlantıların çelişik yapı kaynakları olduğunu da bilmek gerek.

Maddi üretim temeline dayanan sınıfsallık bir diğer ifadeyle sömürülen, sömüren ilişkisi bağlamında üretim ve bölüşümün nasıl gerçekleşeceğini tayin edecek olan üretim araçlarının sahipliği üzerinden sınıfsal çatışmanın, toplumsal süreçler-yapılar, olaylar, olgular ve kültür de bu temelde ele alınır, ki bununla beraber kültürel süreçlerin de çok önemli bir sınıfsal çatışma alanın olduğunu görürüz. Kültür süreçlerinin bu çatışmalı, bu toplumsal sınıflarla biçimli hali aile, iş, arkadaş, okul, medya, kurumlar ve kuruluşlar, ordu, kültür-sanat alanları, eğlence dinlence mekanlarının, semtlerin konutların düzenlenişiyle alakalı olarak belli bir kültür oluşumu ve edinimi sağlanır. Bu saydıklarımız üzerindeki değiştirme ve etkileme gücü olan devlet aygıtının elinde tutan sınıfın kültürü baskın kültür olur. Bu sınıf, elinde bulundurduğu kitle etkileme aygıtları ve yasa çıkarma yetki ve gücüyle egemenliğini, değer sınıf üzerindeki baskısını sürdürmeyi sağlar.

Fakat daha önce de söylediğimiz gibi kendi sınıf kültürünü tüm toplumun kültürü haline getiremez ya da tüm toplumun kültürel şekillenişi, egemen sınıfın kontrolünde gerçekleşmez. Çünkü sınıfsal farklılaşma her şeyiyle bir yaşam farklılaşmasıdır. Sömürülen sınıfın, sömüren sınıftan farklı maddi yaşamı kendi kültürünü de aynı oranda yaratır. Böylece sömürücü ve sömürülen sınıf çatışması iktisadi, siyasi, hukuki askeri olduğu gibi, kültürel alanda da yaşanır. Baskıya direnerek çatışma sürecine giren kültür dinamik özellik kazanır. Bu sınıfsal çatışmanın seyri diyalektik ilişkilerle belirlenir. Maddi süreçlere hakim olma çabası kültürel şekillenişi de üretir. Bu diyalektik süreçle çatışmanın biçimleri ve sınıfın meşruluğunu da belirler.

Burada şu vurguyu yapalım ki; bütün bu söylediklerimizin gerçekleşmesi niyetle alakalı olmayıp antolojik soruna tekabül eder: süreçlerin varlığı buna bağlıdır. Kapitalizm burjuvaziyi kendi yasalarına uymaya zorlar. Burjuva olmayan diğer toplumsal sınıf ve katman dahilindekiler için gayri-ahlaki sayılabilecek şeylerin bazıları bu nedenle gayet normal gelir. Bunun ahlaki değerlendirmesi yapılabilir belki ancak bunun sadece ahlaki değerlendirmesi, amaca yönelik üstesinden gelememek olur. Aksine yine söyleriz ki, ilk başta maddi üretim süreçlerinin değerlendirilmesi yapılır.

Marks, kapitalistin lüks ve savurganlığını derebeylerin savurganlığından ayırırken “kapitalistin böyle davranışlarının gerisinde karanlık bir aç gözlülük ve sapık bir hesaplılık duygusu gizlidir” der. Onun aristokratik kültür ihtiyacı ayrıcalığını pekiştirir.

Ama insanlık Aristo çağını çok zaman önce aştı. Şimdi en ilerici sınıf kültürü işçi sınıfının kültürüdür. Şimdiden sonra kapitalizm kültürün gelişmesi için ortam yaratamaz. Eğer şu anda mevcut koşulların ve geleceğin ön görüşüne değinecek olsaydık ilk sözümüz kapitalizmin çıkışsızlığı olurdu. Sadece görülebilen, betimlenebilen, yüzüyle değil, iktisadından sanatına, hukukundan parlamenter temsiline askeri yapılanmasından eğitimine, sağlığından ulaşımına kadar her alanda kendini tekrar edip duruyor. Bu çağa sıkışıp kalmış bir hali var. Tarihten biliyoruz ki kendini tekrar etmek yenilemektir. Artık kuramsal düzeyde de bir çıkış görünmüyor bu köhne sömürü sistemi için. Çünkü akıl dışı bir süreci akıl yoluyla yürütmek pek akla yatkın gelmiyor. İnsana aykırı bir sistemi insana anlatmak güçtür. Kapitalizm her dönem krizler geçirir.

Ama içinde bulunduğumuz bu dönem biraz zorluluk gösteriyor. Egemenler için değil ama ezilen halklar için artık kapitalizmin meşruluğu tartışılıyor. Artık pek az insan ekonomik talepte bulunuyor. O talepte bulunanlar bile artık işin sadece ekonomik düzeyde değil politik ideolojik düzeyde de ele alınması gerektiğinin farkında. Dolayısıyla bu potansiyel güç bir müdahalede bulunmazsa kapitalist sistemler bir zaman daha böyle boğula boğula yaşayacak ve halklar da bu karanlık içinde acı çekecektir.

Bazen işçiler zafer kazanırlar, ama yalnızca bir zaman için, onların mücadelesinin gerçek değeri, işçilerin giderek genişleyen birliğinde yatar” diyordu Marks. İşçilerin birliğinin sağlanmamasının yenilgi olduğunu da okuruz bu sözden. Ama biz biliyoruz ki kapitalizm gericidir ve işçi sınıfı tarihin en ilerici sınıfıdır. Bu bakımlardan kapitalizmin artık kalıcı kültürel gelişimde bulunması mümkünatsızdır, onun şaşalı günleri bitti. Kendi mezar kazıcısını yaratma zorunluluğu gibi maddi üretim zemininde kendi kültürünü de aşan işçi sınıfı kültürüne kaynaklık eder. Bir zamanlar ilerici olan burjuva kültür, işçi sınıfı kültürünün kuramsal boyutta varlık göstermesinden sonra gericileşmesi aşikar olmuştur. İş bölüşümün muazzam gelişimiyle sürecin gelişimi at başı gitmiştir. Burjuvazi, işçi sınıfına giderek daha çok ve daha bilinçli saldırmıştır;  İşçinin yaratıcılığını törpülemiş, dikkatini parçalamış, sosyal ilişkilerini koparmış, onu, yaşamak için kendisine mecbur kılmış ve ona sadece hayvani bir yaşam hakkı tanımıştır. Tıpkı Aristo’nun önerdiği gibi, burjuvazi, işçi sınıfına, basit, bayağı, içeriksiz, eğlencelik kültür üretimleriyle saldırmıştır ve bu saldırı bu içerikti devam etmektedir. Engels’in “alıklaştırma”, Marx’ın “hayvanlaştırma” dediği bu saldırı iktidarı elinde bulunduran burjuvazinin geninde eşitlik, özgürlük kardeşlik önderliğine geçen işçi sınıfının kültürüne saldırıdır. “İşçinin sefilliğinin, ürettiklerinin gücü ve yüceliğiyle ters orantılı” (Marx: 2000; 73) olmasının söylediklerimiz bakımından güçlü bir anlamı olmalıdır.

Kapitalizm her şeyiyle bir tezatlıklar toplamı olarak duru karşımızda. Kaçınılmaz olarak da kendi düşmanını güçlendiren nesnel koşulları da yaratmak zorunda kalmıştır. Kendi iç çelişkileri onun kendi başına asıp kurtulabileceği çelişkiler değildir bu da onun bir anlamda düş kırıklığıdır sürekli daha çok üretim ve daha çok kar hırs burjuvaziyi, o gençlik çağındaki parlak yaratıcı çağının ölümsüzlük inancının ürünü gibidir onun her şeyi elde etme hırsı doyumsuz istemlerini de biçimlendirir. En çok, en büyük, en güçlü, en parlak alana sahip olma istenci rekabeti, kırıcılığı, yok etmeyi, sömürüyü besler; bunlar da yine o söylediğimiz sahip olma istencini. Bu döngü çelişik vaziyette birbirini beslerken iş bölümü, parçalanma, katı uzmanlaşma- insani ilişkilerin maddileşmesi, öznenin yadsınması, yalnızlığa itilmesi işçi sınıfına saldırmada temel biçimler oldu.

Bu yönelimin perçinini oluşturan en gelişkin araç ise kültürel saldırıydı. Çünkü çelişik de olsa maddi koşulların burjuvazi lehine olması bu devamlılığın sağlanması yeterli olmazdı, bunun meşruluğunun, başka alternatifinin olmadığının genel kabulü için etik estetik, sanatsal, duygusala ve düşünceye de gerekliydi. Sömürülen sınıfın, mevcut sömüren-sömürülen ilişkisinin zorunlu olduğunun kabulü için bir afyon niteliği taşıyacaktı bu saldırı. Bugün reklamlardan vitrinlere, filmlerden konutlara kadar insanın kaçabileceği bir yer yoktur. İş yerinden parklara, sokaktan taşıma araçlarına, binalardan evimizin salonuna sinemalardan cebimize, kitaptan gazeteye yiyeceğimizden giyeceğimize, bilimden müziğe kadar her yerde ve her şeyde bir marka saldırısı, kuşatması altındadır günümüz insanı. “sanki” demek yersizdir, fazladır; ki işçi kendi yarattığı bu metalara ulaşmak için bütün zamanını fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda vs. çalışarak geçirmek zorundadır.

Ne bir sömürü ilişkisi onu bu metalardan “zorunlu ihtiyaç bile olsa” çoğuna ya da doğru bir ifadeyle yeteri kadarına ulaşmasına izin vermez. Bu metalar, tam da Marx’ın yabancılaşma, tanımında belirttiği gibi üretenin karşısına yabancı dıştalayıcı ulaşılmaz gibi dikilmiştir. Bu saldırıyla birlikte bir şey “özne” oluşundan yara almaktadır. Yalnızlığını ve kültürel açlığını meta tüketimiyle gidermeye çalışmakta, bütün diğer bireysel ilişkileri de bu biçimli çıkar ilişkileriyle gerçekleşmektedir. Kapitalizm tarafından oluşturulan kültürel araçlar toplumsal ilişkileri bütünleştirici toplumsal özne bireycilikle parçalandı. Yalnızlık, maddi ilişkilerle, marka gösteriş üzerinden istendi. Bir yönden hayattan bıkkınlık ve yorgunlukla bunalıma sürüklenirken diğer yandan kapitalist kültürün nimetlerini tüketme ihtiyacı birbirini besler gibidir.

Kuşkusuz bu durum sadece işçi için böyle değildir. Burjuvazi dışında kalan ve emeğini satmak dışında bir geliri olmayan tüm insanlar için bu böyledir. Sanatçı da benzer biçimde bu sömürünün kurbanıdır. Belki sadece biraz daha önde duran bir vagonda seyrediyordur. Piyasayı elinde bulunduran egemenler kendi sistemlerine karşı olacak bir sanat üretimini desteklemekle kalmaz onu engeller ona saldırır. Dirayetli olmayan sanatçı geriye dönüş, piyasaya hitap için üretim ya da bunalımı onu nereye sürüklerse. Artık kapitalizmin çarpıklığının ‘acayip’ derecede uç boyutlara ulaştığı bu zamanlarda, konuyla alakalı olarak adına post-modern sanat denilen üretimlerin nasıl bir akımı olduğunu da buradan çıkarabiliriz: 1917’de Fıratsız sanatçı, “fountain” adıyla bir pisuvarı sanat eseri olarak sunarken şaşkınlık bir yana, kapitalizm kıskacına yakalanan sanatın nereye varacağının işaretini veriyordu. Sanatçının adı Marcel Duchamp’tı. Pisuvarı sergilediğinde onun o tavrının nelere kadir olduğunu biliyor muydu bilinmez ama post-modernizmi müjdeleyen bir şey yapmıştı. Hazır nesne’lerle militarist “çalışmalar” “bir tutum, kültür ve zihin hali” olarak açıklanmaya başlandığında çoktan kapitalizme beyaz bayrak çekmişlerdi. Modernist sanatın “soyutlamanın çıkmaz sokağına” girdiğini bu nedenle de ancak elit bir kesimin bunu anlayabileceğini savunurken ’60’lı yıllara gelindiğinde Pop atr akımıyla kitle kültürü ve ön plana çıkartılan medya anlayışıyla piyasaya düşmüştü.

1967’de Fransız kuramcı, “yazarın ölümü”nü ilan eden kişi Roland Barthes’di. Elbette yazardan kasıt esere yaklaşımdır, bir metin oluşturmadır. Neden öldüğünü açıklarken örneğin bir sanat eserinden herkes farklı bir sonuç çıkarabilir ve hiçbir görüş diğerinden üstün değildir, gibi bir yaklaşımda bulunur.

Ya da Arthur Danto “sanatın sonu”nu ilan etmiştir. Temelinde geleneksel kültürel fikirlerin bulunduğu modern sanat diye bir şey vardı. Bu kültürel fikirler “toplumsal ilerleme inancı belirli ideallere bağlılık sanatın izleyicisini aydınlatma ve geliştirme kapasitesine sahip olduğu inancı” (Pooke-Whiteman: 2011;103) gibi fikirlerdi. Fakat bunların yerlerini kültürel göreceliğe pazarlamanın pragmatik taleplerine bıraktığını ifade etmek için “sanatın sonu” gelmişti.

Post-modern sanat, anlayışını “endüstri sonrasıyla” bir bağlantıda bulur, öyle kurmaya çalışır. Sanatsal olarak görülmeyen gündelik malzemelerin formları değişikliğe uğratılarak sergilenebilir bir hal almasıyla sunulur. Basittir, tekrara dayalıdır kullandığı şekiller. Bu bir kamp çadırı, bir araya getirilmiş tuğlalar, üst üste yığılmış kutular vs. olarak çıkarlar karşımıza. Ya da Bedri Baykam’ın yüz binlerce lira eden “boş çerçeve” olarak.

Jean Boudrillard, ilk Körfez Savaşı’nın hiç yaşanmadığını söylerken bir “hiper-gerçeklik”ten bahseder. Koca bir savaşın, akıllı bombalarla oluşturulan yıkımların yangınların geceyi ışıklandıran füzelerin görüntülerinin televizyon aracılığıyla temsi bir deneyimle yaşandığını ifade etmiştir. Bu “temsil” aracılığı” bir prodüksiyon gibidir. Geleneksel toplumsal deneyimimizin doğasını tarif eder. “Gündelik tüketim nesnelerinin dünyasından bir eşyayı kullanan sanat kavramını doğrudan yansıtan imajlar üretmiştir. Bu imajlar diğer imajların parodisini, taklidini yapar veya ironik olarak onlara göndermede bulunur, ve sürekli olarak yeniden dönüşen ve yeniden şekillenen postmodern kültürün belirtisi olarak görülür.” (POOKE, Whitman: 2011;103)

Gördüğümüz şey, kapitalizmin karanlık sokaklarında yönünü kılmaya çalıştıkça batan, bazen Stokholm Sendromu’yla karanlığı kutsayan paradigmalar. Kimi eleştiriler ise umut olamayacak kadar kör, zira kendisi karanlık kaynağı olan kapitalizmde aydınlık korunaklar aramak nafile çabalardır. Dediğimiz gibi bu sadece erkek, kadın sadece bir milliyet için kategorize edilebilecek bir olgu değildir. Toplumsal tarihin bir dönemecinden bahsediyoruz ve de onun merkezine insanı koyuyoruz o halde sözü burada böyle bırakamayız.

Tüm bunlara rağmen, hatırda tutmak gerekir ki, kapitalizm ne denli gelişirse ona karşı olan kültürel dinamikler de o denli hareket ederler. Bir yandan kapitalizmin etkinliğiyle geçmiş çağın kültürel yapısı tarumar olurken bir yandan da işçi sınıfının kapitalizmi aşan kültürel yapısı açığa çıkar. Yeni süreçlerdeki bazı benzeşimler dışında iktisadi koşullar eski yapıların kendilerini yenilemelerine olanak tanımaz. Ama maddi toplumsal yapıların ileriye hareket etme kuralı gereği ortaya çıkan yeni yapıların kendilerini geliştirme olanağı vardır. Kapitalist sistem çok çatışmalı bir sistemdir. Bunun içinde söylediğimize ters görünen geçici ilerleme gerilemeler süreçlerin esas karakterini değiştirmez, aksine bu, kapitalizmle işçi sınıfı arasındaki çatışmanın karakter ve boyutuna işaret eder.

Siyasal iktidarı elinde bulunduran kapitalist sınıfın başta üretici sınıfa, ama genelde kendi sınıfı dışındaki toplumun diğer bütün kesimlerine çok çeşitli saldırıları süreklidir, dinamiktir. Sömürü artıkça şiddetlenen çatışmalar içinde işçi sınıfının sanatında, düşünce ve duygusunda yaşama dair, geleceğe yönelik düşünce dünyasında ve pratik yaklaşımlarında da gelişmeler olur. Eleştirel gücü somutlanır. Bütünleşir. (Bir Partizan)

               

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu