Güncel

Söz konusu olan FAŞİZM’se “başkanlık sistemi” teferruattır

Faşist diktatörlüğün revizyona tabi tutulması ve kendisini (daha güçlü bir şekilde) yeniden üretebilmesinin koşullarını yaratmak amacıyla yönetsel (ama her halükarda biçimsel) değişimlere gitmesi ne kadar akılcıl ise, bu revizyon hedefinde ezilenlerin bir taraf olması/olmasının beklenmesi o denli akıl dışıdır.

Sistem bunu kimi zaman seçimler yoluyla yapar, kimi zaman sözde 12 Eylül yargılamaları adı altında gücünü tahkim ederek, kimi zaman devletin çeşitli parçaları (ordu, yargı vs.) üzerinde operasyonlarla… Yolu-yordamı sürekli değişebilir olmakla beraber, bu türden pratiklerin Türk hakim sınıflarının ve uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştiği bir an dahi gözden ırak tutulduğunda, bu oyuna gelmek bir yana “oyunun figüranı” olmamak işten bile olmaz. Figüranlık deyip geçmemek lazım, zira egemen sınıflar onlar olmadığında bu tür pratiklerinde zorlanır, hepsinden de önemlisi “rıza” üretemez ve kendini yenileyemez. Günümüzde gerçekleştirilen faşist düzenin çeşitli politikalarla tahkim edilmesi ve yeniden yapılandırma operasyonunun devamı olarak tartışmaya açılan “başkanlık sistemi”nden söz ediyoruz.

Elbette, bu sistemin mucidi Erdoğan olmadığı gibi, kendisi de bu tartışmayı ilk kez açmıyordu. Daha önce T. Özal ve S. Demirel tarafından da gündeme getirilen ancak bir türlü gerçekleştirilemeyen bu proje 2003 yılından bu yana [R.T. Erdoğan: “İdeal olan siyasi yapılanma ABD modelidir. Başkanlık ve yarı başkanlık sistemi siyasetteki arzumdur” (2003)] çeşitli vesilelerle sürekli dillendirilse de “yeni” anayasa yazımı sürecinde tekrar gündeme gelmesiyle daha yoğun bir tartışmaya neden oldu. Ve böylece yine ve yeniden ezilenler, tarafı olmadığı ve olamayacağı bir tartışmanın ortasına sürüklendi.

Çünkü sistem açısından önemli bir değişikliğe tekabül eden bu tartışmanın merkezinde elbette ezilenlerin daha fazla nasıl sömürüleceği, uluslar arası sermayenin ihtiyaçlarının daha iyi nasıl karşılanacağı hesapları vardır. Bu nedenle bilinçli ya da bilinçsiz olarak tartışmanın merkezine bir kişinin (R. T. Erdoğan) kişisel hırs ve saltanat hesabının konulması halkı kandırmaktan, manipüle etmekten öte bir anlamı yoktur. Erdoğan’ın tek parantezine aldığı kavramların yanına bir de sadece AKP değil tüm ülke liderliğini eklemek arzusunu bir yana bırakmasak da faşist düzenin karşısında bireylerin hep geçici olduğu, bugün göklere çıkarılanın yarın kullanım süresi dolduğunda “deliğe süpürülmeyeceğinin” garantisinin olmadığı bilinen bir gerçekliktir. Bu noktada hep geçerli olan sınıfsal çıkar hesabı, egemen sınıflara ait olmaya devam edecektir.

Neden başkanlık sistemi? Neden parlamenter sistem?

Başkanlık sisteminin özünün egemen sınıfların gücünü sevk ve idareyi tek merkezde toplamak olduğu açıktır. Böylece zaten göstermelik olan parlamento, bakanlar kurulu vs. prosedürler de ortadan kaldırılarak tüm güçler bu merkeze bağlanacak, yani sermayenin ihtiyaçları daha hızlı ve sorunsuz bir şekilde yaşama geçirilebilecektir. Nitekim Erdoğan bunu açıktan ifade etmiştir: “Başkanlık sistemi gelirse yabancı sermaye yatırımlarıyla ilgili daha süratli karar alırız, Türkiye’yi uçururuz.” Türkiye’yi uçururuz derken Erdoğan’ın biz ezilen yoksul emekçi halktan bahsetmediği ise bir önceki cümlesiyle sabittir. Çünkü egemenlerin çıkarları için hazırlanan her türden projenin bedelini ödeyecek olan ezilen sınıflardır. Başkanlık sistemi önerisinin amacı bu kadar açık ve net iken, bu sisteme karşı çıkıp “eski”de direten ve parlamenter sistemde ısrar eden diğer partilerin duruşları Erdoğan’ınkinden de çürüktür. Diktatörlüğe yol açma ihtimalinden tutalım, halkın çıkarları açısından baktıklarını iddia ederek baskının artacağına kadar bir dizi gerekçe sunanlar, bu sistemde neler yaşandığından bihabermiş gibi davranıyor. Sanki 90 yıllık parlamenter sistemde hak arama mücadelesi içinde harekete geçen işçi sınıfının önüne barikat kurulmamış, sanki Kürt ulusu imha, inkar ve asimilasyon çarkında ezilmemiş! Sanki (hadi çok uzağa gitmeyelim) Roboski katliamı başka bir sistemde ve başka birileri tarafından yapılmıştır!

Sanki emekçi halkın tüm kesimlerine yönelik saldırıların önünde parlamenter sistem varmış! Sanki ezenlerle ezilenler arasında her geçen gün biraz daha büyüyen uçurum bu sistemin ürünü değilmiş! Bu ve benzeri politikaları tek başına gerçekleştiren Erdoğan mıdır?

Zamanında Süleyman Demirel’in pek doğru bir şekilde dile getirdiği “Partiler arasındaki fark koka kola ile pepsi kola arasındaki kadardır” sözünde olduğu gibi bugün hükümetteki partinin savunduğu başkanlık sistemi ile muhalefet partilerinin savunduğu parlamenter sistem ve hatta bugün hepsinin de karşıymış gibi yaptıkları askeri faşist cunta arasında özünde hiçbir fark yoktur. Halkı bu tartışmanın bir parçası yapma çabası ise sistemin onaylanma ihtiyacından/mecburiyetinden başka da bir anlam taşımamaktadır ve tam da bu nedenle tartışmanın bir tarafı olunmamalıdır. Karşı olduğumuz şey ne başkanlık ne parlamento ne askeri yönetimdir; karşı olduğumuz ezen ve ezilenlerin çelişkisinin üzerinde oturan bir bütün sömürü düzenidir/faşizmdir. Bunu değiştirebilecek ve de değiştirecek olan tek güç ise halkın devrimci, silahlı mücadelesidir. Nitekim bu gerçek çok iyi bilinmektedir ki, “liberal” tarihçi Halil Berktay tarafından ortaya atılan 1 Mayıs 1977 katliamı tartışması, bilumum “liberal” etiketli faşist kalemler tarafından silahlı mücadeleye ve devrimcilere yönelik karalama yarışına, devrimci ve komünist örgütleri itibarsızlaştırma hamlesine dönüştürülmüştür.

Bu çevrelerin yazılarındaki silahlı mücadeleye yönelik tüm küçümseme ibareleri korkularının ifadesi olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Devrimci, yurtsever ve komünistleri sözde “sol”dan bir eleştiriyle “silaha tapmakla” itham edip, silahlı mücadelenin miadının dolduğunu iddia edenlerin korkularını anlamak zorundayız. Çünkü onların korkuları egemenlerin korkularının aynasıdır.

Silahlı mücadeleye ve devrimcilere, komünistlere yığınla laf eden bu kişiler Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde halk kitleleri doğrulup diktatörlere karşı silaha sarıldığında onları sahtekarca alkışlamaktan da geri durmamaktadırlar. Bu basit ve kişisel bir ikiyüzlülük değildir. Bu egemenlerin çıkarlarını temsil etmenin getirdiği bir ikiyüzlülüktür ve daha fazla teşhire ihtiyaç vardır. Bu yeni bir saldırı biçimi de değildir. Egemenler ve onların her renk ve düşünceden yardakçıları sistemin bekası için en başta komünistlere ve silahlı mücadeleye saldırırlar.

Ustalarımız da buna zamanında en net ifadelerle yanıtlarını vermişlerdir: “Bazı kimseler, ‘savaş her şeye kadirdir’ anlayışının savunucuları olduğumuzu söyleyerek bizimle alay ediyorlar. Evet, biz devrimci savaşın her şeye kadir olduğunu söylüyoruz; bu kötü değil, iyidir. Marksisttir… Emperyalizm çağında sınıf mücadelesi tecrübesi bize, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin, silahlı burjuvazi ve toprak ağalarını ancak silah gücüyle yenebileceklerini öğretiyor; bu anlamda bütün dünyanın ancak silahla değiştirilebileceğini söyleyebiliriz. Biz savaşın kaldırılmasından yanayız, savaş istemiyoruz; ama savaş ancak savaşla ortadan kaldırılabilir ve silahtan kurtulmak için silaha sarılmak zorunludur.” (Mao Zedung, Cilt 2, Sf 232)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu