MakalelerPusula

ÖYKÜ | Dikkatsizlik sonucu gelen misafir -1. BÖLÜM-

Nihayet köy halkının sabırsızlıkla beklediği bahar gelmişti. Nisan ayının ilk günleri yağmurlu ve hafif soğuk geçmiş obada, köy halkında, bir kıpırdanma, canlanma ve hareketleniş meydana getirmişti. Nisan’ın son günlerine doğru tüm köy halkı, doyum olmayan bahar günlerinin tadını çıkarıyordu.

Köylüler her sene olduğu gibi, baharın gelişini, Ape Memed’in bir kelebek kıvraklığıyla, köy meydanına çıkmasıyla anlardı. Ve artık yüzleri sevinçli, doğayla buluşmanın, hayvanlarını gütmenin, kış boyunca, üzerinde biriken hantallığı atmanın, canlanışa, kıpırdanışa, hareketliliğe yol vermenin zamanının geldiğini anlarlardı.

Ape Memed, Nisan’ın insanın içini okşayan güneşi, içine çekerken ellerini açıp Allaha dua ederdi… Minnettarlığını her defasında sunardı. Her ne kadar, bu işi kış ayları boyunca çok az yapsa da, bahar aylarında, Allah’ı hatırlar, ona kulluk vazifesinin en ince ayrıntısına kadar yerine getirmeye can atardı. Ona (Allah’a) doğaya, insana, hayvana tekrar hayat ve nefes verişini sağlayan koşullar verdiği içindi bu.

Ape Memed, hayatında bir kez olsun camiye gitmiş değildi. Ama yine de onun inancı, kendi örf ve adetlerine, yaşayış biçimine, geleneklerine uygun bu kulluk vazifesini/görevini layığınca yerine getirmeye azami çaba sergilerdi. Ape Memed sevdalı bir yürekti. Köy halkı tarafından sevilen, sayılan, saygı duyulan bir kişilikti. Eşine, çocuklarına, köy halkına yaklaşımında, davranışında sade bir insan profili ortaya çıkardı.

Kendi kendine, Allaha yakardığında “ben sana ne yaptım ki, bana bir yumruk büyüklüğünde mutluluk, ağırlığım kadar bir acı sunuyorsun” derdi. Bazen böyle düşündüğü için feci pişmanlık duyuyordu. Sonra iki kolunu havaya kaldırıp “en iyisini sen bilirsin, bu kulunun suçunu bağışla” derdi. Bazen de öyle bir düşünce sarmalına girerdi ki, içinden çıkması kolay olmazdı. Allah’a yakarması, sitem etmesi daha çok bu zamanlar olurdu. Ama Ape Memed, aslında yüreği Allah sevgisiyle dolu, kulluk vazifesini her koşulda asgari ölçüde yapmaya, yerine getirmeye ayrı bir özen gösteren biriydi.

Ape Memed’in “yumruk” büyüklüğündeki mutluluğu acılardan, yoksulluktan, yoksunluktan, açlıktan arta kalandı. Acılar, nefes kesen fırtınalar gibi ensesinden eksik olmazdı. Yılların deneyimiyle, birikimiyle bu acılara karşı bağışıklık kazanmıştı. İlk yıllar gibi artık korkmuyor, nasıl hareket etmesi gerektiğinin arayışı içinde oluyordu.

Ama yine de, onu çaresiz, acı içinde bırakan olaylar da oluyordu. İşte bunlar çok sevdiği Allah’a sövme aşamasına getiren olaylardı. Örneğin 1989 yılında Metris Hapishanesi’nden 19 kirvenin firar etmesinin hemen ardından düşman, Ape Memed’in köyünü basmış, Ape Memed’le birlikte köyün ileri gelen erkeklerini cemselere doldurup karakola götürmüştü. 20 gün boyunca işkencede kalan Ape Memed, işkencenin 19. gününde yapılan zulme daha fazla dayanamayıp başını yukarı doğru kaldırarak “zulme sessiz kalan zalimdir, bu böyle biline ha!” diyerek sitem etmişti Allah’a.

Ape Memed, Dersimliydi, iki oğlundan biri Partizancılara katılmış ve kısa bir süre sonra şehit olmuştu. İkinci oğlu Apocu olmuş, uzun yıllar yaşayıp-yaşamadığından haberi olmamıştı. Evine gelen gerillalara sormuşsa da bir yanıt alamamış, sorduğuyla kalmıştı. Şimdi biri 16 yaşında, diğeri 22 yaşında Elif ve Saadet isminde iki kızı vardı.

Acıyı bölüşerek azaltan, mutluluğu paylaşarak çoğalttığı Ciran isminde bir eşi vardı. Ape Memed, Ciran’sız bir yaşamı kurumuş bir ağaca benzetirdi. Ciran, Ape Memed’in adeta ruhu idi. Onun nefes alış verişi idi. Ape Memed’in kendi deyimiyle, Ciransız o “kurumuş” bir ağaçtı. Ciran’a karşı eksilmeyen, tersine gün geçtikçe katlanan bir sevgi, sevda beslerdi. Her defasında Allah’a dua ettiğinde, çok sevdiği Allah’ından ya ikisinin canını birden almasını, o da olmazsa, Ciran’ın ölümünü/acısını kendisine yaşatmamasını isterdi. Bu öyle bir davranış ve duyguydu ki, sonrasında bundan da pişman olurdu. Ciran da Ape Memed’siz yaşayamazdı. Onun yüzünü gördüğünde sıcak yatağında varlığını hissettiğinde gün kararmış da olsa içinde tarif edemediği bir ışık kümesi oluşurdu. Mutlulukla yatardı. Ape Memed bazen Ciran’ın acısını yaşamama düşüncesinden vazgeçerdi. Ciran’a haksızlık ettiğini düşünürdü. Böyle bir şeyi talep etmek Ciran’a haksızlıktı. Bu yüzden Allah’a “en iyisini sen bilirsin, bu kulunun bencilliğini bağışla” derdi.

Ciran Ana, oğlu Hüsen şehit düştüğünde, Partizancılara kızmamıştı. İçinde onlara karşı bir ananın duyabileceği bir sevgi vardı. Partizancıların hepsini kendi kızı ve oğlu gibi görürdü. Onların 10-15 kişilik gruplar halinde kocaman Tirk devletine nasıl kafa tuttuklarına akıl-sır erdiremezdi. Elmayı kemiren kurt gibi, bu çelişki içini kemirir dururdu. Bazen Partizancıların ilahi bir güzelliğe sahip olduklarına inanırdı. Yoksa bu gençler ellerindeki bir-iki silahla, ayaklarındaki yırtılmış pabuçlarla, nasıl kocaman bir devlete karşı gelebilirlerdi. Deli de, aklını oynatmış da değillerdi. Bunu çoğu kez kanıtlamışlardı da. O zaman daha çok inanırdı onları koruyan ilahi bir gücün varlığına. Ve onlara sarsılmaz bir güven duymaya başlardı. Onların yüzlerinde, adımlarında, aydınlık saçan konuşmalarında bunu görüyor, içi içine sığmaz oluyordu. Oğlu Hüsen’in bu uğurda şehit düştüğüne bir anlamıyla seviniyordu. Oğlunun deyimiyle emperyalist-kapitalist sisteme karşı savaş açmış, iyinin, emeğin yanında yer almışlardı. Allah da sessiz kalmamış, bu kullarına göre kudret vermişti. Onlar bu yüzden dağ-taş demeden, kar, fırtına, yağmur, çamur demeden dağları mesken eylemişlerdi. Halk içindi, tüm ezilenler içindi yaptıkları. Tarifsiz, kocaman bir sevdaydı bu. Anayı, Ape Memed’i de belli yönleriyle içine çeken karşı konulmaz bir aşktı.

Zorunlu göç, bu duyguyu, düşünceleri onların yüreğinden ve bilinçlerinden koparıp atamadı. Zamanın ilaç olduğu söylentisi sadece bir masaldı!

Haberi duyan herkes Ape Memed’in evine geliyordu. Nehir kenarında yarı ölü vaziyette eve getirilen insanı görmek istiyorlardı. Herkes yaşayıp-yaşamayacağını merak ederken, Ciran Ana evine getirdikleri kişinin Apocu mu yoksa Partizancı mı olduğunu düşünüyordu. Devrimci olduğu her halinden belliydi. Çakıl taşları gibi yatarken üzerinde gerilla elbisesi, yanıbaşında da silahı vardı.

Ape Memed, Ciran Ana’ya;

– Ciro tüm köye yaymadan, muhtarı ve Ayhan’ı çağır gelsinler.

Ciran Ana yaşlılığına aldırmadan, bir koşu kendisiyle birlikte diğer iki ihtiyarla çıkageldi. Ape Memed, yarı ölü insanı gösterdi onlara. Muhtar biraz düşündükten sonra;

– Memed biz bunu taşıyamayız. Ben en iyisi gidip kar kızağını getireyim. Ona koyup çekeriz.

Ana da, diğer iki ihtiyar da bu öneriyi yerinde buldular. Muhtar, kar kızağını getirdi. Yarı ölü vaziyetteki insanı alıp götürdüler. Eve götürür götürmez silahı saklandı, elbisesi çıkartılıp yeni giysiler giydirildi. Üç ihtiyar, bir de Ciran Ana dışında hiç kimse yarı ölü insanın bir devrimci olduğunu bilmiyordu. Onu Peri Suyu’na kapılmış bir köylü olarak bileceklerdi?! Ama çok geçmeden tüm köy halkı yarı ölünün bir devrimci olduğunu öğrendi. Kafalarındaki soru işareti onun Partizancı mıydı yoksa Apocu mu olduğuydu?

Yarı ölü insan için ilk günler oldukça zor geçmişti. Nöbet krizleri geçiriyor, ateşi yükseliyor, sayıklıyordu. İki gün böyle geçti. Üçüncü günün akşamında, ateşi biraz düşmüş, sayıklaması kesilmiş, nöbetleri bitmiş, gözlerini de hafif açmış, sanki olup-biteni anlamak istiyordu. Köylüler sevince boğuldular. Bu iyiye işaretti. Ape Memed yine de ihtiyatlı davranıp köy halkına, hastayı günün belli bir saatinde görme izni vermişti, o saatte hastayı ziyarete gelmeyen, sonradan gelenleri eve almıyordu. Köylüler bu duruma kızmıyordu. Çünkü Ape Memed aynı prosedürü kendi ailesine karşı da uyguluyordu. Sadece kızı Saadet hastayla yakından ilgileniyor, ihtiyaçlarını karşılıyordu.

Hasta dördüncü gün biraz daha iyi olmuştu. Saadet, başından geçenleri kısaca anlattı. Hasta, Saadet’ten babasını çağırmasını rica etti. Saadet yerinden kalkıp;

– Bir dakika gelir misin baba? dedi.

Ape Memed;

– Ne oldu kızım, kötü bir şey mi?

Saadet;

– Hayır baba, seni çağırıyor.

Ape Memed, odaya girdi, hastaya baktı, onu iyi görünce sevindi.

Ape Memed;

– Oğlum kendine gelmişsin. (Yüzünde sevinç, gülümsemeyle karışık bir ifade biçimi vardı) Allah’a şükürler olsun. Bizim ümidimiz pek yoktu. Şimdi senin böyle iyileştiğini görünce pek sevindim.

Hasta;

– Amca, kızın az önce kısaca durumu anlattı. Size ne diyeceğimi, nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.

Ape Memed;

– O da ne demek! Biz insanlık vazifemizi yerine getirdik. Bunu herhangi bir karşılık için yapmadık ki! Bir daha öyle şeyler söyleme oğlum.

Hasta,

– Amca, benim yanımda eşyalarım vardı. Onlar önemliydi de…

Ape Memed durumu anladı. Daha rahat konuşmak için kızı Saadet’e odadan çıkmasını rica etti. Saadet yavaşça çıktıktan sonra, kapıyı kapatıp çıktı.

Ape Memed;

– Oğlum, o konuda hiç kuşkun olmasın. Biz onları güvenli bir yere sakladık. Kusuruma bakma biraz sessiz konuşuyorum. Çünkü şu an evde bulunan birçok kişi senin devrimci olduğunu biliyor, ama malzemeleri bilmiyor.

Hasta;

– Amca ben ne kadar zamandır burdayım?

Ape Memed;

– Bu dördüncü gün oldu. İlk iki gün çok kötüydün, hepimiz korktuk. Saatlerce dua ettik. Ciran Anan da -benim hanım olur- ben de senin o iki günlük halinle ölüp ölüp dirildik. Anlıyorsun ya! Şuradan bir köylü ya da memleketi gezen bir gezgin olsaydın inan ki bu kadar korkmaz, üzülmezdik. Anlıyorsun ya oğlum?!

Ape Memed’in hasta odasında uzun bir süre kaldığını gören Ana, daha fazla sabretmeyip odaya girdiğinde hastayı yatağında iyi görünce sevinçten tombul yanaklarından gözyaşları aktı.

Ciran Ana;

– Ah benim güzel oğlum, kendine geldin de amcanla sohbet mi ediyorsun? Ah güzel oğlum, bizi ne kadar korkuttun? A eşek oğlum…

Ape Memed;

–  Ciro sen ne diyorsun? Oğlum sen Ciro’nun söylediklerine bakma, o sevinçten ne dediğini bilmiyor?

Hasta;

– Ana beni duygulandırıyorsun. Ana ben ne diyebilirim ki tüm köy halkı, benim için seferber olmuşsunuz. Elinizden geleni yapmışsınız. Bu güzelliği anlatacak söz bulmakta zorlanıyorum.

Ciran Ana;

– A eşek oğlum, nasıl da güzel konuşuyor. Biz daha bir şey yapmadık oğlum. Asıl şimdi bizim işimiz başlıyor.

Ape Memed, Saadet’in, Ciro’nun, hatta kendisinin de akıl edemediği şeyi, odadan çıkarken hatırladı.

Ape Memed;

– Oğlum senin adın ne?

Hasta;

– Adım Hüsen.

Ana kapıdan bir hışımla koşup Hüsen’in boynuna sarıldı. Ağlama sesini kapının eşiğinde duran Ape Memed bile duydu. Ana duygularına hâkim olamamıştı. Gözlerinden çeşme gibi yaş akıyordu. Hüsen şaşırmış, anayı anlamaya çalışıyordu.

Ana;

– Ah oğlum, Hüsen’im, güzel oğlum, demek ananın evine geldin ha…

Ape Memed, duygularını gizlemeye çalışıyordu. Ama yüzü buna karşı direniyordu. İçten gelen duygu ateşini yansıtmak zorundaydı. Öyle de oldu. O da, ana gibi Hüsen ismini duyunca, bir an kendini takatten düşmüş hissetti. Düşüp bayılacak gibi oldu. Hemen kendisini toparlayıp Ciran Ana’ya doğru gitti.

Ape Memed;

– Ciro, tamam tamam sonra ağlarsın, şimdi Hüsen’i rahat bırak, diyebildi.

Ape Memed Ciran Ana’yı kollarından tutup kaldırdı.

Ape Memed;

– Ciro, hadi.

Sonra Hüsen’e dönüp;

–  Oğlum şimdi durumunu merak eden insanlar odaya girecek, onlarla tanış, sonra yatar dinlenirsin.

Kalabalık yaklaşık bir saat Hüsen’le sohbet etti. Bu bayağı yorucu oldu. Hüsen, Ape Memed’in öğüdünü dinleyip kafasını yastığa koyup uyudu.

Ape Memed sabah erken kalkmış, tüm ev halkını da ses çıkartmadan kaldırmıştı. Çayı, kahvaltıyı hazırlanmış bulunca, Hüsen’in odasının kapısını açtı, içeri girdi. Birden şaşırdı. Kendisine hakim olamayarak gülmeye başladı.

–  Güldüğüme bakma oğlum, ben seni rahatsız etmemek için hem kendimi hem de ev halkını ayak parmakları üzerinde gezdirdim. Meğersem oğlum erkenden uyanmış, yatağını bile toplamış.

Hüsen;

– Amca beş gündür sürekli uyuyorum. Artık insanda uyku mu kalır. Ama yine de gösterdiğiniz hassasiyet için teşekkür ederim.

Ape Memed;

– Oğlum beni utandırıyorsun. Bu teşekkür faslını kullanmasak olmaz mı?

Hüsen gülerek “denemeye çalışırım amca” dedi.

Hüsen’le birlikte odadan çıktılar. Hüsen anayla, Saadet’le, Elif’le günaydınlaştı. Elini yüzünü yıkayıp duruladıktan sonra masaya oturup hep birlikte kahvaltı yaptılar. Kahvaltı, olabilecek olanın en zenginiydi. Tereyağı, çökelek, bal, vişne reçeli, yumurta, tandır ekmeği sıcak mı sıcak çay…

Ape Memed kahvaltısını bitirdikten sonra;

–  Oğlum, ben çok düşündüm ve şu karara vardım: Sen sabahları dışarıya çıkmayacaksın. Evde, odanda duracaksın. Bizim köyümüz dört haneden oluşuyor. Hepsi de iyi insanlar. Onlardan laf çıkmaz ama havalar ısındı, yollar açıldı. Tirk’în askeri şimdi ortalıkta gezer durur. Senin güvenliğin açısından içerde olman daha iyi.

Hüsen;

– Ama ben kendimi gayet iyi durumda hissediyorum. İzniniz olursa, bu akşam gitmeyi düşünüyorum.

Ape Memed;

– Oğlum, tamam gideceksin de seni bu şekilde bırakamayız. Bizi de geçtik köylülere ne diyeceğiz? Onlar seni evlerine götürmek istediler ama ben izin vermedim. “Ne yapacaksanız bizim evde yapın” dedim. Çünkü seni ilk gördüğümde, bu delikanlı ölmez yaşarsa tüm sorumluğu üzerime alacağım dedim. Öyle de yapıyorum. Şimdi seni bu akşam yollarsam köylülere bakacak yüzüm olmaz. Sen neye ihtiyaç duyuyorsan Saadet’e yazdır bana versin. Ben şehre gider, tüm ihtiyaçlarını alırım. Son olarak izin yok.

Hüsen;

– Amca ben odada kalırım sorun değil de sizin için kaygılanıyorum. Şimdi düşman beni burada bulursa size etmediğini bırakmaz. Sizin başınıza dert açmak istemem.

Ciran Ana;

– Vey ez tôrê bimirim, demek bizim için kaygılanıyorsun he…

Ape Memed;

– Oğlum sen rahat ol. Bu köyü dünya yapar, seni düşmana vermeyiz. Biz tüm köy halkı olarak düşündük. Şu an bir tehlike göremedik. Görürsek, sezersek elbette biz de aldığımız önlemleri pratiğe geçiririz.

Hüsen;

– Amca, ben kendim için değil, sizin için…

Ape Memed içinden “bu büyük olasılıkla Apocudur” dedi.

“Oğlum, sen rahat ol, rahat” dedi Ape Memed.

Hüsen bir şey yapamayacağını anlamıştı. Sakince sofradan kalktı, odasına gitti ama ardından bir hışımla geri döndü.

“Sofrayı toplamak, bulaşıkları ben yıkamak istiyorum” dedi.

Ape Memed istemeyerek de olsa Ciro’ya, Saadet’e eliyle işaret verdi, “bırakın yapsın” dedi. Ana şaşkın şaşkın baktı.

Hüsen;

– Artık misafirlik bitti. Madem ki daha burada kalacağım, o zaman tüm işlere ben de ortak olacağım. Kabul etmezseniz, ben de giderim. Ona göre!

Ape Memed gülerek, sonradan (numaradan) sert bir üslup takınmış gibi yaparak ciddiyetle;

“Bundan böyle bizim sofradan ve bulaşıklardan Hüsen sorumludur. O kaldıracak, o yıkayacaktı. Bu böyle biline!” dedi.

Bunu dedikten sonra tüm ev halkı bastı kahkahayı. Hüsen de eşlik etti gülmelere.

Hüsen sofrayı kaldırdı, bulaşıkları yıkadı ve odasına çekildi. Saadet odaya girdiğinde;

“Babam neye ihtiyaç duyuyorsa acil yazıp versin diyor” dedi.

Hüsen;

– Senin okuduğun kitap falan var mı?

Saadet;

– Var.

Hüsen;

– Adları ne?

Saadet;

– Bende nerdeyse tüm klasikler var. Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Çehov, Yaşar Kemal mesela, bunların çoğu var. Bir de gizli okuduğum birkaç kitap daha var. Şimdi isim ve yazarlarını hatırlamıyorum. Birazdan getirir gösteririm sana.

Hüsen;

– Böylesi güzel kitapların olduğuna göre sende kalem ve defter de vardır. Olmaması normal olmaz değil mi?

Saadet;

– Tabii ki de var. (Bu “tabii ki de var” cümlesinde Hüsen’in üslubuna karşı ufak bir sitem de vardı.)

Hüsen;

– Tamam, o zaman, babana lütfen söyler misin hiçbir ihtiyacımın olmadığını… Ben senin kitaplığından yararlanırım, tabi iznin olursa.

Saadet;

– Lafı mı olur, ne demek!

Saadet odadan çıktı, bahçede bekleyen babasının yanına gitti.

“Hiçbir ihtiyacı yokmuş. ‘Teşekkür ettiğimi söyle babana’ dedi bana” dedi.

Ape Memed içinden hani teşekkürü tedavülden kaldırmıştık diye söylendi ve “olur mu şey kızım!” dedi.

Saadet;

– Baba, bana ‘kitabın var mı’ diye sordu, ben de ‘var’ dedim. ‘Hangi kitaplar’ diye sordu, ben de ‘şunlar, şunlar’ dedim, “böyle kitapları olan birinin kâğıdı kalemi da vardır” dedi. Ben de ‘onlar da var’ dedim. ‘İyi o zaman lütfen babana söyle hiçbir ihtiyacım yok’ dedi. Durum bu baba.

Ape Memed;

– Tamam tamam kızım anladım. Zaten biliyordum, isterse bunları isteyeceğini! Onun dışında bir şey isteyeceğini tahmin etmiyordum. Neyse yanılmadım.

Kızım siz Hüsen’le ilgilenin, canı sıkılmasın. Onun şu an kafası karışık. Yani bedeni burada, kafası başka yerde demek istiyorum. O yüzden sohbet edin. Ciro’ya da söyle, siz konuşurken pek rahatsız etmesin. Diğerleri akşam misafirliğe gelecek, misafirlik de denmez ya neyse…

Saadet;

– Tamam baba, biz ilgileniriz.

Saadet, 22 yaşında, lise mezunuydu, okula kendisi devam etmek istememişti. Siyah dalgalı saçları vardı ve ela gözlüydü. Çocukluğu Partizancılarla birlikte geçmişti. Abisi şehit düştüğünde durumu tam olarak anlamamıştı. Bu anlamamışlık onda sonraki yıllarda, hiç unutamayacağı bir ukde olmuştu. Ömrü boyunca da unutamayacaktı.

Lise yıllarında, Partizancıların okuldaki örgütlülüğü içerisinde yer almıştı. Abisi Derviş, PKK’ye katılınca, hem okulla hem de Partizancılarla ilişkisi öylece kalmıştı. Anne, baba ve kız kardeşinin yanında kalarak yaşamına devam etme kararı almıştı. Hüsen’in de ileride diyeceği gibi, Partizancılarla ilişkisini devam ettirmiş olsaydı, mücadeleye büyük bir katkısı olacaktı.

Saadet odanın kapısına iki kez vurdu.

Hüsen;

– Gelin lütfen!

Saadet;

– Rahatsız etmiyorum değil mi?

Hüsen;

– Ne rahatsızlığı, ben de kendime sohbet edecek bir arkadaş arıyordum. Gelmene sevindim.

Saadet;

– Pek sohbet etme fırsatı bulamadım. Aslında dün seninle konuşmak istedim ama fırsat olmadı.

Hüsen;

– Şimdi vaktimiz var. Bol bol sohbet edebiliriz.

Saadet;

– Ben size kendimi biraz tanıtmıştım. Sen de biraz kendinden bahseder misin?

Hüsen;

– Tabi neden olmasın. Adım Hüsen, 28 yaşındayım. Benim de, tıpkı senin gibi bu toprak üzerinde geçti çocukluğum. Ailem Dersimli, ben daha küçük yaştayken, zorunlu göçe maruz kalmışlar. Şimdi başka bir şehirde yaşıyorlar.

Saadet;

– Evli misin?

Hüsen;

– Hayır, neden sordun?

Saadet;

– Çocukların var mı diye soracaktım.

Hüsen;

– Yok evli değilim.

Az daha unutuyordum. Bu akşam senin için ziyafet var. Tüm köy halkı bizim evde toplanacak. Bu akşam ziyafeti veren Muhtar Amca’dır. Sorarsan ziyafette ne var, gerçekten hiçbir bilgim yok. Artık akşam öğreneceğiz.

Hüsen;

– Niye zahmete giriyorlar?

Saadet;

– Onlar için zahmet değil, isteyerek hem de gönülden isteyerek yapıyorlar. Üstelik bu ziyafetin ilk günü. Babam da dördüncü günü yapacak. Kendi aralarında sıralama bile yapmışlar. Hepsi sende, ya şehit düşmüş oğlunu görüyor, ya kızını ya da halk için savaşan, savaşırken de hiçbir karşılık beklemeyen bir insanı gördükleri için yapıyorlar. Bu onları ancak mutlu eder, zahmet vermez.

Hüsen;

– Biliyorum, anlıyorum, gözümü açtığımdan, hatta açmadığımdan beri bunu görüyor, hissediyorum. Bu, partim nezdinde beni de mutlu ediyor. Ama öte yandan bu düşünceden de kendimi alamıyorum. Burada oluşum başlı başına köy halkı için büyük bir tehdit, basit bir şey değil. Halkımızın bu fedakârlığını, sahiplenişini görünce, mutlu oluyorum, sevince boğuluyorum.

Saadet;

– Az önce partiden bahsettin, hangi parti?

Hüsen;

– TKP/ML…

Saadet, kendini zor tuttu sevinçten çığlık atmamak için. Uzun bir aradan sonra, hem de tamamen bir tesadüf sonucu evinde Partizancıyı görmek sözle ifade edilecek gibi değildi.

Saadet;

– Benim şehit düşen abim de Partizancıydı. Benim küçüklüğüm de Partizancılarla geçti.

Hüsen;

– Demek abin bizim şehidimiz… Adını neydi?

Saadet;

– Hüsen… Sizin adaşınızdı.

Hüsen, Ape Memed’in kapıdan çıkmak üzereyken, adını sorması üzerine, Ciran Ana’nın hızlıca koşup, boynuna sarılmasını hatırladı. Ciran Ananın “oh oğlum, Hüsen’im, güzel oğlum demek ananın evine geldin ha!” deyişini o an çözdü.

Hüsen;

– Saadet şimdi çözdüm.

Saadet;

– (Şaşkın) Neyi?

Hüsen;

– Hatırlarsan ilk kendime geldiğim gün seninle konuşmuştum. Sonra sana babanı çağırmanı istemiştim. Baban geldikten sonra sohbete daldık. Bu arada annen de odaya geldi. Annen ve baban tam odadan çıkmak üzereyken, baban adımı sordu. Ben ‘Hüsen’ deyince, Ciran Ana birden hızlı adımlarla bana doğru gelerek “Ah oğlum, Hüsen’im, güzel demek ananın evine geldin ha!” deyip ağlamaya başladı. Şimdi anladım ki…

Saadet;

– Lütfen devam etme.

Saadet’in gözleri dolmaya başlamıştı. Hüsen ani bir refleksle Saadet’in elini tuttu ve sıktı. Bunun üzerine Saadet hafif sesli ağlamaya başladı.

Hüsen;

– Saadet yeryüzünde kutsallık mertebesinde bir şey varsa, o da abinin uğruna şehit düştüğü davadır. Tıpkı abinden önce, abinden sonra şehit düşenlerimiz gibi.

Saadet;

– Biliyorum ama…

Hüsen;

– Abin dünyaya gözlerini açtıktan ve belli bir yaşa geldikten sonra, hem yavaş yavaş kendisini hem de dünyayı tanımaya başlamıştır. O, ilk aydınlık kıvılcımını kendi içinde yaktı. Sonra dünya ve yaşadığımız coğrafya da yaktı. Abin sömürüyü, baskıyı, açlığı, yoksulluğu gördü; sadece görmekle kalmadı. Nedenlerini bulup, alternatif sunmaya çalıştı. Ve bu onurlu mücadelede şehit oldu. Mücadelesini verdiğimiz ya da yaratacağımız tarihin bembeyaz sayfalarında adı mutlaka yazılacaktır.

Hüsen konuyu değiştirdi ve “Saadet, senin kitaplığına bakınca aklıma senin öykü, şiir vs. ile uğraştığın geldi” dedi. Saadet az önceki duygudan sıyrılmış olarak, kendisinde olmayarak Hüsen’in bu konuşmasına hafif gülümser…

Saadet;

– Yok, yazamıyorum, bu sefer yanıldın dedi ve gülümsedi.

Bu arada Elif kapıyı açmış, içeri girmişti.

Elif;

– Hüsen abi ablam doğruyu söylemiyor. Onun şiirleri var… Bana bazen okuyor. Bayağı güzeller şiirleri.

Saadet;

– Sen, Elif’in söylediğine bakma, bazen öylesine karaladığım şeyleri söylüyor o.

Hüsen;

– Eğer sence de bir sakıncası yoksa bakabilir miyim ‘öylesine karaladığın’ şeylere.

Saadet;

– …

Elif;

– Neden bir sakıncası olacakmış?

Hüsen ve Saadet güldüler. Saadet parmağıyla, tatlılıkla tehdit etti Elif’i ama onun umurunda bile değildi.

Elif;

– Kız abla ne naz yapıyorsun? Getirsene şiirlerini Hüsen abiye…

Hüsen;

– Elifciğim istersen ablan üzerinde çok baskı yapmayalım!

Elif;

– Ya abi sen buna baskı mı diyorsun?

Bu sefer üçü birden güldüler.

Saadet;

– Anlaşılan kurtuluş yok.

Saadet odadan çıktı, Hüsen, Elif’e okuyup okumadığını sordu. Elif, lise ikide olduğunu, derslerinin iyi olduğunu söyledi. Tam bu esnada Saadet içeri girdi.

Saadet;

– Elifciğim sen az önce ne dedin?

Elif kızardı ve ses vermedi. Hüsen durumun farklı bir noktaya kaydığını anladı ve duruma müdahale etti.

Hüsen;

– Tamam, okulu sonra konuşuruz, şimdi Saadet’in güzel şiirlerine bakalım. Saadet birkaçını okur musun, biz de dinleyelim.

Saadet lise yılarında yazdığı bir şiirini okumaya başladı.

 

Çok sonraları anladım!

Tüm güzelliklerin,

emekle yaratıldığını

Bir yanda,

yaratılan emeği büyütenler vardı,

öte yanda

buna düşman olanlar.

 

Spartaküs bir köle

köle önderi

İlk kıvılcımı o başlatmıştı

sahiplerine karşı

 

Ve o savaş,

o gün, bugündür

her gün yeniden alevlenerek

büyüyerek sürüyor!

Hüsen;

– Ağzına, yüreğine sağlık. Çok güzel yazmışsın. Böyle toplumsal sorunları içeren bir şiir beklemiyordum açıkçası.

Saadet;

– Lise yıllarındayken yazmıştım, o zaman ben de örgütlüydüm. O zaman yazmıştım, tabi şiir denirse!

Hüsen;

– (Merakla) Bir tane daha okur musun?

Elif;

– Ablamın sesi şiire değil, türkü söylemeye güzel gidiyor. Hüsen abi istersen ben okuyayım.

Hüsen, Saadet’e baktı, Saadet defteri kardeşine uzattı.

Elif uzun süredir ablasının kendisine okumadığı, abisi üzerine yazdığı şiiri okudu.

Biricik bir çocuk idim daha

Abimi vurdular,

Ben anlamadım meselenin ciddiyetin.

 

Anamın gözyaşları Peri Suyu olup aktı.

Babamın sakallarına aklar düştü.

Ben anlamadım meselenin ciddiyetini.

 

Abim vurulmuş kanlar içinde

Gülümsemeleri yüzünde

Kalktı kalkacak sanıyordum

Ama abim kalkmadı yerinden

Ben anlamadım meselenin ciddiyetini

 

Durduraksız anam ağlar

Köy halkı ağlar,

Dersim ağlar

 

Ben anlamadım

Ben anlamadım

Ben anlamadım!

Hüsen;

– Saadet şiir yazmaya devam ediyor musun?

Saadet;

– Hayır, bu şiiri daha ortaokul yıllarında yazmıştım. Ondan sonra bazen karaladığım şeyler oldu. Fakat doğru dürüst eğilmedim hiç.

Hüsen;

– Saadet, gerçekten her iki şiirini de çok beğendim. Derinlikli ve içten, anlatımı da öz. Bence devam et, yaz lütfen. Önemli mesafeler kaydedersin. Benim senin gibi bir kalemim olsa, ne yapar eder, devam ederdim. Bilirsin bu iş yetenek işi.

Elif;

– Hüsen abi, benim de iki tane şiirim vardı. İlkokula giderken, bir çocuktan hoşlanmıştım, ona yazmıştım. O bana yar olmayınca…

Hüsen ve Saadet gülmeye başladı.

Elif;

– Doğru söylüyorum (hafif gülerek) o bana yar olmayınca, madem ki öyle deyip yazdığım iki şiiri de yırttım. Bir izi kalmasın istemedim.

Hüsen;

– Adı neydi?

Elif;

– Burka.

Hüsen;

– Demek ki tam anlamıyla izlerini koparıp atamamışsın. Bak adını bile hatırlıyorsun.

Saadet gülmeye başladı, Hüsen de eşlik edince Elif sinirlendi.

“Sen kendine bak, bir de devrimci olacaksın ama daha yolda yürümesini bile bilmiyorsun. Peri Suyu’na düşüyorsun” dedi.

Bu sefer üçü birden gülmeye başladı.

Hüsen;

– Sen nerden biliyorsun benim devrimci olduğumu?

Elif;

– Ya Hüsen abi, bu soruyu (gülerek) “köyde benim devrimci olduğumu bilmeyen var mı?” diye sorsaydın daha iyi olurdu.

Kahkahalarla güldüler. Saadet buradan güç alıp “Gerçekten nasıl oldu?” diye sordu.

Hüsen;

– Sen bu akşam ziyafet var demiştin değil mi?

Saadet;

– Evet.

Hüsen;

– İyi öyleyse, orada anlatırım. Şimdi yeterince dile düştük. Bu kadar yeter.

Hep birlikte güldüler.

Ciran Ana kapıyı açtı ve içeri girdi.“Güzel çocuklarım yemek hazır, hadi gelin” dedi. Ciran Ana, mercimek çorbası, pilav ve patatesli tavuk yemeği yapmıştı. Yemek bittikten sonra Hüsen “Ana eline sağlık, kesenize bereket, yemekler harika olmuş” dedi.

Ciran Ana;

– Cîgeramin ma afiyet olsun.

Hüsen;

– Ana yemeği bitirdikten sonra, hiç kimse sofraya el sürmesin. Ben toplayıp, bulaşıkları yıkayacağım.

Saadet;

– Olmaz.

Ciran Ana;

– Oğlum amcanın yanında bir şey söylemedim, beni kızdırma… Bırak kızlar toplar, yıkarlar.

Hüsen;

– Ana, olmaz.

Elif;

– Kız ana bırak yıkasın, işi ne!!! (Gülerler.)

Ana;

– Kızım deli deli konuşma, köylüler duysa halimiz ne olur… Bunlar çocuğa baktıkları kadar, eziyet ediyorlar diyecekler, olmaz!

Hüsen;

– Ana bunu ben istiyorum. Eğer biri bu konuda patavatsızlık yaparsa, sen devrimcilerin yaşamı böyleymiş. Biz ne yaptıysak söz dinlettiremedik dersin.

Ha bak ana ne diyeceğim, Saadet ve Elif akşam bulaşığını yıkamada bana yardım ederler. Anlaştık mı?

Ana;

– Oğlum ben seninle baş edemem, ne yapıyorsan yap…

Hüsen sofrayı topladı, bulaşıkları yıkadı ve odasına geçti. Çok geçmeden Elif elinde tepsiyle geldi. Ana da demlikleri (çaydanlıkları) getirdi hemen arkasından.

Elif;

– Hüsen abi bak gördün mü? Sana ellerimle (ellerini göstererek) çay yaptım.

Hüsen;

– Teşekkür ederin güzel kardeşim.

Ciran Ana, Elif’in odadan çıkmasını istedi. Elif odadan istemeyerek de olsa çıktı.

Ana;

– Oğlum senin devrimci olduğunu biliyoruz ama sen Apocu musun?

Hüsen;

– Yok ana, ben Partizancıyım.

Ana;

– Ez torê bimirim lazimi (ben sana öleyim oğlum). Seni görünce ve ilk sözlerini duyunca içimden bir ses bu Partizancıdır, dedi.

Hüsen;

– Ana ben adım gibi biliyorum, ben Partizancı olmasaydım da siz yine bana aynı şekilde bakardınız.

Ana;

– Doğrudur benim güzel oğlum, nô Devletê Tirk’ê karşı kim savaş veriyorsa, şuyuna, buyuna bakmadan, sahiplenir, ilgilenirdik. Ama güzel oğlum, cîgeramin, benim yüreğim Partizandır, kirvedir. Açıp baksan onu görürsün.

Ana;

– Hüsen oğlum, 1982’de Kutudere’de oğlum şehit düştüğünde, yani bedeni parçalandığında, Devletê Tirk’ê aç kurt gibi oğlumu liğme liğme ettiğinde günlerce ağladım. Ciğerim yandı. Nefessiz kaldım aa güzel oğlum. Ama Partizancılara hiç kızmadım. Hiçbir zaman sitem etmedim. Bir Hüsen’im gitti yerine 10, 100 Hüsen’im geldi dedim. Onları bağrıma bastım a güzel oğlum, Hüsen’im, oğlum…

Hüsen’im vurulduğunda, Saadet kızım daha çocuktu. Ona “büyü” dedim. Çabuk büyü, büyü de abinin ve arkadaşlarının kanını yerde koma dedim. Saadet büyüdü. Elinde silah, sırtında yük taşıyabilecek kadar büyüdü. “Okulu bırak güzel kızım” dedim, “git Partizancılara katıl, hesap sor… Öyle nişancı ol ki namlundan çıkan kurşunun ikilemesin” dedim. Ama Saadet abisi Derviş, Apocu olduğunda “bunu size yapamam, ben de gidemem” dedi.

Oğlumun vurulduğunda ben daha gençtim. Kızım Saadet de çok ufaktı, derken ikinci kızım oldu. Şimdi elimden pek bir şey gelmez. Sen gidince kızlarımı da beraber götür. Onlar yük olmazlar. Size uyum sağlarlar. Sizin yolunuz kutsaldır. Bunu bilirim, bunu söylerim. Kızlarım ölecekse yakalarında Partizan yazsın… Meral gibi, Barbara gibi ve daha adını bilmediğim nice kızlarım gibi… Onların izini sürsünler… Bunu istiyorum.

Hüsen;

– Ana ne diyeceğimi inan ki bilmiyorum.

Ana;

– Güzel oğlum sen daha çok gençsin. Bir şey bilmiyorsun. Bildiklerin de kitaptan, arkadaşlarından ya da ailenden duyduğundur. Aslında benim kızlarım da pek bir şey bilmezler. Neydi o bizim dönemler, Devletê Tirkê bize etmediğini bırakmamıştı. Amcanın görmediği işkence, yemediği dayak kalmadı…

Hüsen’imi katletmişler, yastayız. Amcanı karakola çağırdılar. Amcana bir albüm göstermişler. Albümde fotoğrafı olan kirveleri tanıyıp tanımadığını sormuşlar… Amcanın da dili lal olmuş bir tek kelime ağzından alamamışlar. Tam 20 gün bizim o yas günümüzde amcana sürekli işkence yapmışlar. Ama amcan vesselam namuslu adamdır, gık dememiş. Sadece söylediği şey şu olmuştu; “Siz nasıl insanlarsınız, bu matem günümde kalkıp bana işkence yapıyorsunuz.” Ah dedim keşke beni alsalardı, onlara bir çift sözüm olacaktı o zaman. Diyecektim ki “it oğlu itler gösterdiğiniz herkesi tanıyorum, nerede kaldıklarını da biliyorum, derimi de yüzseniz, etimi liğme liğme yapsanız da söylemem.” Amcan ağzına kilit vurmuş, yoksa onda da laf çoktur… En azından hiçbir şey söylemese “Eşşoğlu eşekler” derdi. Ama ben olsaydım suratına tükürürdüm. Beni o an öldürseler de gam yemezdim. Anlayacağın şimdi benden geçti. Artık kızlarımda, onlar Partizancı olsun.

Hüsen;

– Ana senden de geçmedi. Dahası bu köyün hepsinden de geçmedi. Beni bulduğunuz günden bugüne sadece bana evinizin kapısını açmadınız ya da sadece sofranızdaki ekmeği paylaşmadınız, siz bana yüreğinizin kapısını açtınız. Tüm bunlar, neden, niçin yaptığınızı da benden iyi biliyorsunuz. O yüzden, her insan, kaç yaşında olursa olsun, bir biçimde bu mücadeleye omuz veriyor. İçerisinde yer alıyor. Bunu partimiz çok önemser, değer verir. Kısaca şunu gördüm bu köyde. Devrimin isimsiz kahramanlarını, yaşayan kahramanlarını gördüm. Bu mücadele siz bizimle oldukça büyür, gelişir… Bu mücadele hepimizin mücadelesi… Ben bunu gördüm bu köyde.

Ana;

– Keşke bizim elimizden daha fazla şey gelse.

Hüsen;

– Ana daha ne yapacaksınız! Sizi tanıdığımdan beri, hep şunu düşündüm: Buraya gelişim bir dikkatsizlik sonucu oldu ama şu an bu olumsuzluğun, olumlu yanını görünce, içimden iyi olmuş diyorum. (Elif kapıdan girdi.) “Hüsen abi bakıyorum annemle epey kaynattınız. Ne konuşuyorsunuz?” dedi.

Hüsen;

– Ana diyor, Elif’i de beraberinde götür… bunu konuştuk.

Elif;

– Ben daha 16 yaşındayım ama.

Hüsen;

– İyi ya, tam da istediğimiz yaştır 16.

(Elif ciddiye aldı.)

Elif;

– Tamam abi, ben bir düşüneyim. Benim de evde, okulda canım sıkılıyordu.

Hüsen;

– Elif senin deyiminle sana “takıldım”.

Ana;

– Niye takılıyorsun a güzel oğlum. Bak kocaman kız olmuş. Seninle beraber gelsin. Ablasını da götürün.

Elif;

– Annem, her zaman bizim Partizancılara katılmamızı istedi. Ben katılırsam Partizancılara, babamın deyimiyle kirvelere katılırım.

Elif’in, Peri Suyu’nun akışına benzeyen, yani yukarıdan aşağıya pürüzsüz akan düz saçları vardı. Ne tam siyah ne de tam kahverengiydi, ikisi arası bir renkti saçları. Bakışı Dersim dağları kadar heybetli ve derindi. O çocuksu yaramazlıkların arkasında kocaman bir zekâ vardı. Bazen, yaşanan olaylarda, sorunlarda, kendisini tam verdiğinde, inanılmaz yaratıcı, çözücü olurdu. Ama bu Elif’in bütünü değildi. Onun yarısı olurdu ancak. Anarşist yanı da vardı. Bu babası da olsa annesi de olsa değişmezdi. Bir kez bir şeyde inat etti mi (kendi istemezse) onu vazgeçirmek kolay değildi. Ablası Saadet, onun evin son çocuğu ve dolayısıyla anne ve babasının onu biraz şımarttıklarından ileri geldiğini söylerdi. Hakkı da yok değildi. Ama Elif’teki o yerinde duramayan çocuk, tek başına bununla da açıklanamazdı…

Ciran Ana;

– Ben kalkayım a güzel oğlum.

Hüsen;

– Tamam ana.

(Ana odadan çıktı, çok geçmeden, Saadet adını ve yazarını unuttuğu üç kitapla odaya girdi.)

Saadet;

– (Ayakta, Hüsen’e bakarak) Sana sözünü ettiğim üç kitap bunlar. Biri Engels’in, biri Politzer’in biri de Lenin’in.

Hüsen;

– Çok güzel kitaplar. Peki sen okudun mu?

Saadet;

– Sana daha önce söylemiştim okuduğumu.

Hüsen;

– Evet, doğru diyorsun.

Saadet;

– Her birini en az birkaç kere okudum. İsim ve yazarlarını unutmam, sanırım biraz heyecandan olsa gerek.

Hüsen;

– İstersen yarın üçümüz birlikte çalışalım. Birimiz okur, sonra üçümüz okuduğumuz bölümden anladığımızı anlatırız. Ne diyorsunuz? Olur mu?

Elif;

– (Hüsen’e bakarak) Ben onları gizli gizli çok kez okudum. Nerdeyse ezberledim.

Hüsen;

– İyi o zaman yarım görelim.

Elif;

– Görelim bakalım.

Hüsen;

– Tabi Saadet de uygun görürse…

Elif;

– Abicim, burada demokrasiyi uygulasana. Çoğunluk ne derse azınlık da ona uysun. Ablama bırakırsan ve bu mekanizmayı işletmezsen işler yürümez.

Saadet;

– Bu kız işine geldi mi, demokrat, özgürlükçü, işine gelmedi mi anarşist, isyankar kesiliyor.

Elif;

– Şekerim, burada demokrasi, özgürlük var.

Hüsen;

– Demokrasi, özgürlük her insana ağzına geleni söyle diye bir şey de söylemiyor ama.

Elif;

– Siz Partizancı değilsiniz yaa. Partizancılardan diktatör çıkmaz. Baksana dolaylı yoldan, benim düşünce belirtmeme ket vurmaya çalışıyoruz. Babamın anlattığı Partizancılardan değilsin sen.

Hüsen;

– Elifcim, anladım, tamam sen haklısın, özür dilerim. İstediğin gibi konuş. Bir şey dediğimiz yok.

Elif;

– (Pişkin pişkin gülerek, eliyle üç kitabı göstererek) Ben bunları boşu boşuna okumadım he!

Hüsen;

– Okumuşsun. Bu doğru, (kinayeli) ama nasıl okumuşsun?

Saadet ve Hüsen gülmeye başladı.

Elif;

– İşte böyle okudum… İkinizi nasıl dize getirdim gördünüz işte!

Saadet;

– Ne demezsin. Perperişan olduk. Başımızı yukarıya kaldıramıyoruz, o kadar yani.

Elif “Aman sizin sohbetinize doyum olmuyor” deyip odadan çıktı. Hüsen kendisini tutamayarak Saadet’e “Elif kime çekmiş” diye sordu. Saadet gülerek “aileden kimseye benzemediği açık. Sanırım evin küçük çocuğu olmanın getirdiği şımarıklık” dedi.

Hüsen;

– Aslında bu asi yönü iyidir. Ama bunu nasıl kullandığı önemli.

Saadet;

– Sen daha ne kadar buradasın? Yani ziyafetin 4. gününden sonrasını soruyorum.

Hüsen;

– Hiçbir bilgim yok. Baban bana da söylemedi ne zaman gideceğimi.

(İkisi gülümsedi)

Saadet;

– Ne yani senin ne zaman gideceğin vakti babam mı belirleyecek?

Hüsen;

– Bu gidişle öyle.

(Güldüler…)

Saadet;

– O zaman sen kafandan gitmeyi çıkarsan iyi edersin. Babam yıllar sonra tesadüf sonucu kirve görmüş bırakır mı?

Hüsen;

– Ciddi misin, yok ya, o kadar da değil.

Saadet;

– Neyse ben kalkayım, kitaplar sende kalsın. İstersen beraber götürebilirsin. Şimdi sen biraz dinlen. Sabahtan beri seninle çene çaldık, yorulmuş olmalısın.

Saadet odadan çıkmak üzereyken Hüsen;

– Yok aksine, beni kendime getirdi sohbetiniz. Sizin gibi değerli insanların sohbetinden, yorulur mu insan hiç! Ayrıca kitapları burada okurum. Giderken sana teslim ederim. Yine de sağol.

Saadet odadan çıktı. Hüsen de yatağa uzandı. Gözlerini dinlendirmek isterken, derin bir uykuya daldı. Bu arada Ape Memed şehirden gelmişti. Yiyecek, içecekten tutalım elbise, ayakkabıya kadar…

(Devam edecek)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu