GüncelManşet

Türkiye Cumhuriyeti kime ait! -4-

Kişi Başına Düşen Milli Gelir

AKP hükümeti, kişi başına düşen milli geliri 2015’te 10 bin 936 dolar olarak açıklarken, gerçek rakama hemen hemen bütün burjuva ekonomistleri karşı çıktı ve gerçek rakamın, 8 bin 769 dolar olduğunu açıkladı.

Bunlardan biri de Taraf Gazetesi yazarı ekonomist Süleyman Yaşar’dı:

“Dolardaki hızlı artış son bir yılda yüzde 32’yi buldu. Bu hızlı yükselme, milli geliri de etkiledi. Kişi başına düşen milli gelir, 2013 yılında 822 milyar dolar ise bu rakam 2014 ve 2015’te gerileyerek 709 milyar dolara geriledi. Kişi başına düşen gelir de 8 bin 769 dolar seviyesine indi.”(1)

Bu rakamlar 2015 yılı içindi. 2016 yılı içinde ise, kişi başına düşen milli gelir daha da düşmüştür. Hele, doların 4 TL’ye çıktığı 2017 başlarında milli gelirin, Ekonomi Bakanı Şimşek’in açıkladığı “10 bin dolar”ın oldukça abartılı olması bir yana, gerçeklikle bir ilgisi yoktur. Yalan propaganda yapmaktan kimse ölmediği için, Ekonomi Bakanı da gözünü kapatıp konuşuyor.

İşçi sınıfı örgütsüzleştirilerek, sendikasızlaştırılarak ve işten atma baskısı uygulanarak, ücretler hep düşük tutulmuştur. Örneğin, çalışabilir nüfusun % 35’i kayıt dışı çalışmaktadır. Kayıt dışı çalışanların önemli bir kesiminin ise asgari ücretin altında çalıştırıldığı bir gerçektir.

 

Mülksüzleştirme operasyonlarının başında köylülük geliyor

Soma’da bir kömür madeninde çalışırken göçük altında kalıp ölen (doğrusu katledilen) 301 işçi, kendileri için, kendi mülkleri için, kendi çıkarları ve kendilerini zengin etmek için ölmediler. Maden ocağının sahibi olan bir patronun çıkarı için öldürüldüler. Üstelik, TC devletinin en üst yetkilisi Cumhurbaşkanı’ndan başbakanına kadar herkes ölen işçilere değil, öldüren madenin sahibine sahip çıktılar ve onu korudular. Mahkemeler, ölen işçileri savunma ve koruma yerine madenin sahibini korudular.

Durum bu kadar açıkken, nasıl oluyor da kömür madeninde ölen işçilerin devleti TC oluyor? Nasıl oluyor da Türkiye denen “vatan” kömür işçilerinin oluyor? Onların, bu devlet yönetimindeki bu ülkede ölmekten başka hiçbir hakları yoktur. Ancak, ölüm biçimini seçme hakları da yoktur. İşçilerin nasıl öleceğini de % 10’nun çıkarları belirliyor.

Kır ile kent arasındaki nüfus oranı farkı, mülksüzleştirmenin en net göstergelerinden biridir. Kent nüfusunun artıp kır nüfusunun sürekli azalması, köylülerin ellerinden topraklarının alınarak mülksüzleştirilmesinin bir ifadesidir.

Karakolda dayak yiyen, horlanan, herhangi bir devlet kapısında insan gibi karşılanmayan, her gittiği yerde ancak rüşvetle iş yaptırabilen, hiçbir iş ve yaşam garantisi ve bu anlamda geleceği olmayan bir “vatandaş”, nasıl kendini bu ülkenin vatandaşı görebilir? Ya da nasıl olur da bu ülkenin gerçek sahiplerinden birisinin de kendisi olduğuna inanabilir?

(i) Özelleştirme/ tasfiye/ eritme/ işlevsizleştirme mekanizmaları büyük ölçüde sonuca ulaşmıştır.

(ii) Tarıma yönelik destekler 1999’da ulusal gelirin yüzde 3.2’sinden son üç yılın ortalaması olarak yüzde 0.7’ye geriletilmiştir.

(iii) Tarımsal örgütlenmenin, Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerinin zayıflatılması ve gelecek beklentilerinin genelde olumsuza çevrilmesi “başarılmıştır”.

(iv) Tarımın son üç yılda net ithalatçı konuma getirilmesi sağlanmıştır.

(v) Üreticiler DGD’ye muhtaç duruma getirilmiş ve “üretim kültürü” yerine “muhtaç çiftçi kültürü” yerleştirilmiştir.”(2)

Türkiye gelir dağılımının en düşük olduğu yerlerden birinin kırsal alan olmasının nedenlerinden biri de bu tasfiye işlemidir.

Köylünün elinden topraklarının alınması yeni olmayıp Türkiye’ye kapitalizmin girişiyle başlamıştır. Ancak 1980’lerden itibaren daha da hızlanmıştır. Örneğin, AKP iktidarının en büyük destekçilerinden Sancak Holding sahibi Ethem Sancak: “Darbeleri tarihe karıştırmak için Türkiye’de köylülüğü tasfiye edelim”(3) diyebiliyor. Ve sermayenin bu tasfiye işlemi AKP iktidarı süreci boyunca hızla yapılmaya devam ediliyor. Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir haberde ise:

“Türkiye’de son bir yılda yaklaşık 98 bini aşkın çiftçi üretimden çekildi. Mersin’de 9 binden fazla çiftçi, Antalya’da da 2.500 çiftçi üretimden vazgeçti”(4) deniyordu.

Mülksüzleştirme salt kırsal alana yönelik olmayıp, kentlerde de artan ölçüde mülksüzleştirme söz konusudur. TOKİ’nin faaliyeti mülksüzleştirme üzerine kuruludur. Yine, “Kentsel Dönüşüm Projesi” adı altında yürütülen faaliyet, küçük mük sahiplerinin elinden mülklerinin alınmasıdır.

O zaman, yazının başlığında sorduğumuz sorunun yanıtı içinde, bu Cumhuriyetin  köylülüğe de ait olmadığı bir gerçektir.

 

Uluslararası emperyalist sermayenin cumhuriyeti

TC’nin, yerli ve yabancı bir avuç sermayederin malı olduğunu söylemek yanlış değildir. Yerli tekeller, yabancı tekellerle birlikte çalışırlar ve çok yönlü ortaklıkları vardır.

Uluslararası Yatırımcılar Derneği’nin verilerine gore, 2010 yılı itibariyle, İSO 500 listesi içinde yer alan toplam 153 adet yabancı sermayeli şirket var. Bu şirketlerden ilk 20’si ilk  büyük 50 şirket arasında yer almaktadır. Bu 153 şirketin 108’indeki yabancı sermaye oranı % 50’nin üzerindedir. 44’ündeki yabancı sermaye oranı ise % 100’dür. Bankaların yarısının yabancı sermayenin elinde olduğu belirtilirken borsanın ise % 70’inin yabancı sermayenin kontrolü altında olduğu ifade ediliyor.

Ancak, İSO’nun verilerine göre ise, beş yüz büyük firma içinde , 2010 yılı içinde yabancıların payı % 45 iken, 2015 yılı içinde bu rakam % 51’e yükseliyor. Yani, Türkiye’de faaliyet gösteren 500 büyük şirketin yarısından bir fazlası yüzde yüzlük oranla yabancı sermayenin elindedir.(5)

TÜİK’ten aldığımız aşağıdaki veriler, her ne kadar düşük gösterilse de, üretimde yabancı sermayenin paylarının oldukça yüksek bir oran olduğu anlaşılmaktadır. Bu rakamlar içinde örneğin tütün bütünüyle yabancıların eline geçmiştir.

Tütün ürünleri sanayiinde % 89.3

Otomotiv sektöründe yüzde % 45

Temel ezcacılık % 42.4

Kimyasal % 42

Elektronik sanayiinde

% 29.5 (6)

Yabancı sermayenin geldiği ülkeler ülkeler içinde en çok paya (% 17) ise Almanya sahip, onun ardından sırasıyla; Hollanda (% 15.7), Fransa (%10.5), ABD (10,3) ve Lübnan gelmektedir.  Alman burjuvazisinin faşist AKP iktidarını canı gönülden desteklemesinin nedenleri, bu rakamların içinde saklıdır.

Kısacası, “vatan” “millet” “sakarya” haykırışları, boş çığlıktan başka bir şey değildir. Özellikle, milliyetçilik ve ırkçılık yaparak, komünistlere, ilericilere ve ezilen uluslara karşı “saf” Türkçülük edebiyatı, sermayenin duvarlarından içeri giremiyor. Sermaye, kendi “küreselleşmesini” yaratırken, geri yığınları ise “milliyetçilik” ninnisiyle uyutmaya çalışıyor. Ekonomi kimin elinde ve kontrolündeyse yasalar da onların kontrolü altındadır.

 

“Bu Cumhuriyet Kimin?” sorusuna yanıt

Bu Cumhuriyet’in, Kürtlerin ve azınlık uluslardan Ermeni, Rum, Çerkes, Arap, Suryani, Asuri ve diğerlerin olmadığını biliyoruz. Çünkü bunların TC anayasında ne adları ne varlıkları geçiyor ne de varoldukları kabul ediliyor. Kısaca örneğin Türkiye Türklerindir deniyor.

Farklı din, inanç ve mezheplerin Alevi, Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlerin adı da TC anayasasında geçmiyor. Ve yine varlıkları kabul edilmiyor. Hıristiyan, Ermeni ve Yahudilerin ibadet yerleri olmasına karşın, Sünnilerden sonra en kalabalık inanç grubunu oluşturan Alevilerin ne varlığı ne de inançları kabul ediliyor.

Buradan çıkan sonuç, TC’nin bunlara da ait olmadığıdır.

İşçi sınıfının ise TC anayasasında yeri, sınıf olarak kabul edilmez. Yani, TC anayasında, işçiler sınıf olarak geçmez. Tersine, işçilerin anayasadaki yeri, burjuvaziye hizmetten ibarettir. İşten atılmaktır. İşsiz kalmaktır. En ucuza çalışmaktır. Sendikal haklardan yoksun kalmaktır. Sosyal güvencelerin yokluğu demektir. Kömür madenlerinde toplu kıyıma uğramaktır. İş yerlerinde “iş kazası” adı altında ölmektir. Patron karşısında elpençe durmaktır vs. vs.

Haklarını almak için protesto eylemleri yaptıklarında (anayasada yeri olmasına karşın), polis ve jandarma şiddetiyle karşı karşıya kalmaktır. Ve en doğal haklarını aramak için yaptığı demokratik protesto eylemi nedeniyle ya işten atılmak ya da mahkeme kapılarında süründürülmektir.

Bütün burjuva cumhuriyetlerinde olduğu gibi TC anayasası da burjuva sınıfını korumak için yapılmıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin anayasa maddeleri içindeki yeri, burjuvazinin çıkarlarıyla çeliştiği yerde yok sayılır.

20 yaşına gelen gençler, en dinamik çağlarında askere alınırlar ve “Mehmetçik” olurlar. Ancak, askerde ise her türlü aşağılama ve hakaretlerle karşı karşıya kalırlar. Bu nedenle de bir an önce askerliğin bitmesini bekleyerek gün sayarlar. “Vatanı düşmana karşı koruma” adı altında askere alınan genç işçi, askerliği biter bitmez gerçeklerle yüzyüze kalır. İş bulamaz, işsiz olur. Yaşamın tüm ağırlığı omuzlarına yüklenir. “Vatanı korumak için öleceksin” denen gençlere, iş vermezler. İş bulanlar ise ağır sömürü ve baskıyla karşı karşıya kalırlar.

Burjuvazi için “vatan uğruna şehit” olanlar, gerçek yaşamda vatanın kendilerine ait olmadığını ağır bedeller karşılığında öğrenirler.

 

1) S. Yaşar, Taraf Gazetesi/18 Ağustos 2015

2) IMF Gözetiminde On Uzun Yıl, 1998-2008, BSB.PDF

3) Bkz. Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek, sf. 135

4) Antalya Ticaret Borsası (ATB) ve Batı Akdeniz Ekonomisini Geliştirme  Vakfı (BAGEV) /cumhuriyet.com.tr /21 Kasım 2015

5) Mehmet Filoğlu, Dünya, 19 Haziran 2016, Erişim: www. dünya.com

(6) TUİK, “Yabancı Kontrolü Girişim İstatistikleri, 2013”, 25.06.2015 Bülteni

 

Devam edecek

 

Yazının 1. bölümü için tıklayınız

Yazının 2. bölümü için tıklayınız

Yazının 2. bölümü için tıklayınız

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu