GüncelManşet

Tutsak Özgür Gelecek muhabirinden: “Bitlis’ten Amerika’ya bir sürgün: William Saroyan”

Kitap fuarında oldu ilk karşılaşmamız. Bir hazinenin ortasında elini hangi kıymetli taşa atacağını kestiremeyen birinin telaşıyla zamana yetişmeye çalışıyordum. Daha doğrusu zamanı dizginleme, bana yetecek bir noktaya çekme uğraşıydı benimkisi. İşte o zaman dikkatimi çekmişti kapaktaki pala bıyıklı fotoğraf. Başlık da ilginçti; “Amerika’dan Bitlis’e Saroyan.”

Bir anda soru sağanağı altında kaldı beynim. Amerika? Bitlis? Amerikalı biri Bitlis’e mi taşınmıştı? Ya da tersi? Acaba niye? Kim?

Aradaki mesafeye inat başlık iki coğrafyayı ne kadar da yakın ve hatta birbirini tamamlayan bir şekilde veriyordu. Ama üzgünüm HAYIR! Kitabı alamadım! Ne var ki okumuş kadar değilse de derdini anlayacak kadar göz atmayı başardım. Aylar, yıllar sonra başka bir yerde yine aynı fotoğraf… Bu defa artık birbirini tanıyan iki insandık. Bir merhabamız var sayılır. Kısmet iki çift lafın belini kıracak, hasb-ı hal edecek, birbirimizi anlayacak gün bugünmüş. Dört duvar arasında, sessizliğin denizine atarak bizi boğacaklarını düşünenlere inat denizlerden okyanuslara, bilinmeyen diyarlara; göllere, ovalara, dağlara; kentlerin, varoşların, meydanlarına, caddelerine ve sofralarına çıktığım yolculukta karşılaştık bu defa. Sohbetin demine, Saroyan’ın yaşamına tanıklık etmiş oldum böylece.

“İmkansıza en yakın olan!”

Bitlis’in etrafı yalçın dağlarla kaplı bir dağ köyünde, ne varsa sahip olduğu bugüne ve geçmişe dair bırakıp Amerika’ya sığınan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Kıyım, acı ve hasretin gür sesiyle haykırdığı, açlığın ve yoksulluğun en mesut günlerini yaşadığı günlerdeydi anne babası. Geride yağmalanmış bir hayat bırakan, anılarıyla birlikte ancak canlarını kurtarabilen insanların çaresizliğini yaşıyorlardı. Sevdiklerine, yakınlarına, dostlarına ait ne varsa şimdi yapayalnız kalan bir ailenin çocuğu olarak doğmuştu 1908’de. Ailesini, ineğin sütü ile eti arasında seçim yapmaya zorlayan yoksulluğun ortasında; özlem, hüzün ve umutla ayakta tutmaya çalışan babasını kaybeder daha ne olduğunu anlamadan. Anımsadığı tek şey, babasının yük arabasını çeken ata seslenişi olur. Üç yaşındayken babası aniden hayatından çıkar. Yetim bırakılmış, dünyanın dört bir tarafına nar taneleri gibi dağıtılmış bir halkın kaderini izler alınyazısı.

Yaşadığı bu kayıp onun tüm hayatını derinden sarsacak, yön verecektir. Babasının öldüğüne inanmaz ya da bazı şeylerin ölebileceğine, bir ömrü, süresi olabileceğine ikna olmak istemez. Doğanın bu döngüsüne meydan okur. Amacı nettir; imkansızı gerçekleştirmek! Bunu başarabilirse kaybettiklerini de geri getirebilecektir. Bunu denemeye karar verir. İki büyük boş teneke bulur. Birini suyla doldurur, boş olanı da dolunun yarım metre uzağına koyar. Sonra onların karşısına geçip dolu olandan boş olana geçmesini ister. Böylece imkansız olanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini anlamak ister. “Ne yazık ki” sonuç hüsran olur. Dolu tenekedeki su, onun sözünü dinlemez. Zamanla her şeyin bir sınırı olduğunu, gerilediğini, değiştiğini ve yok olduğunu öğrenecektir. Öğrenir de ama imkansızı istemekten asla vazgeçmez. Bunun yoluna kafa patlatır, arar, sorar ve nihayet bulur. Sanatla, sınırsız olanın sınırlarını çizerek, sahip olduğu her şeye sıkıca sarılır. Onun kalıcı, yok edilemez, durdurulamaz, öldürülemez yanlarını açığa çıkarmak, böylece sonsuz görünmesini sağlamak! Belki bulduğu yol tam olarak imkansıza ulaşmak değildi ama ona en yakın şey olduğu kesindi. Yaşıtlarına kıyasla okuma-yazmayı geç öğrense de ilk yazısını dokuz yaşında yazacaktır. Böylece kaybolmasını, bitmesini istemediği şeyleri kağıda döktüğünde her şey olup bitecekti. Bu onun için kendini ifade etmenin ötesinde var olma şekliydi. Belki bu yüzden hayatı boyunca, yazmaktan başka hiçbir işten tek kuruş kazanmadı. “Ölümle hesaplaşmak için yazıya başladım” diyecekti sorulan bir soruya.

1981 yılında eserlerini miras bıraktığı dakikaya kadar Saroyan, savaş, ölüm, kıyım ve yıkımların eksik olmadığı bir çağdan seslenir dünyaya. İzleri anavatanlarından kanla kazınan, silinen bir halkın mirası bir yazgı olarak her satırına eşlik edecektir. Saroyan konuşur gibi yazar, sizinle sohbet eder, bir çay demleyesi gelir insanın. Hatta çokça yazım hatası vardır öykülerinde. Bunları görür ve bilir ama çoğunlukla dokunmaz. İçinden geçtiği tarihin tanığıdır, insanlığın yaşadığı acılar yüreğini dağlar. Ama küskün değildir asla. Bir çocuğun gözünden bakar evrene çoğu zaman. Her dinden, dilden insanla tanışmak, konuşmak onun yaşam kaynağıdır. Yoksulluk, yabancılık, göçmenlik, 1929 buhranının kaosu, savaşlar, evet çağının lanetli gerçeği savaşlar kaleminin başlıca konularıdır. Saroyan’ın öykülerindeki dil sanki okurun çözmesi gereken bir sorunsal, karmaşık ilişkiler sunmaz, aksine sadeliği sayesinde her şey berraklaşır. Onun en büyük arzusu insanlığın kardeşliğini göstermektir. Hayatı dünyadaki milyonların yaşadığı tek bir hayat gibi görür. Kırkın üzerinde yayımlanmış, bir o kadar da yayımlanmamış öykü, roman ve oyunu vardır. Olayların göründükleri, bize gösterildiği gibi olmadığını akıl vermeden, hissettirmeden, sohbet sırasında anlatır. Bir yazar, onun için “herkesin en iyi dostudur ve aynı zamanda gerçek düşmanıdır, iyi ve en büyük düşman.”

“Yazar hiç pes etmeyen bir asidir!”

Yazar hiç pes etmeyen bir asidir. Gözle görülebilir derecede çılgındır. Fakat akıl sağlığı herkesten daha iyidir. Bu akıl sağlığı, bilinenlerin en iyisi, yaratıcı, hassas, cesur, gözü kara ve seçkin bir özgü insan olmaya değer veren türden bir akıl sağlığıdır. Saroyan toprağın derinliklerine tutunan, onun dünü-bugünü ve yarınından beslenen, yüzünü güneşe çeviren dev bir çınar ağacı gibidir. Ona hayat veren suyu asla unutmaz. Bundan olsa gerek 1935’te yazdığı bir şiirinde şöyle seslenir koparıldığı toprakların asi ırmağına; “Koş Fırat koş/benim nehrim… “Öfkelidir, isyankardır, acılı ve hüzünlüdür; “Doldukça dolan keder küpü Van gölü…” Kendini şöyle tanımlar; “Ben çevremle Amerikalıyım. Bir Ermeni olarak doğdum. Ermeniyim. Ama Kaliforniya benim evim. Hayas’tan Bitlis’e kadar.”

İlk öyküsü “Uçan trapezdeki cesur genç adam” 1934’te aylık Story dergisinde yayımlanır. İlk kitabı da bu yıl içinde çıkar, bu sırada 26 yaşındadır. Kitap yayımlanır yayımlamaz kısa sürede gündem olur. Böylece Amerikan edebiyatında Saroyanizmdiye bir akım başlar. 1940’ta edebiyat ve drama dalında Politzer ödülü kazanır. Ancak o, ödülü reddeder. Bu çıkışı büyük gürültüye neden olur. 1943’te alanındaki en büyük ödül olan Amerika Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin Oscar ödüllerine aday gösterilir. Diğer ödüllerle o artık Amerikan kültürünün “beyni, onuru ve gururu” olacaktır. 1988’de bir dönem yaşadığı San Fransisco’da ismi bir mahalleye verilir. UNESCO 2008’i “Saroyan yılı” ilan eder.

“Belleğin peşinde!”

O, Amerika’da yaşasa da nereden geldiğini unutmaz. Birçok öyküsünde yazgısını anlatır. 1965’te geçmişinin simgesi Bitlis’e gider. Büyüklerinden kalanları ziyaret eder ve geçmişini arar. Türkiye’de dar bir çevrede tanınan Saroyan, üzerindeki sis perdesi her gün biraz daha aralanıyor. Onu yazmaya iten, sürükleyen memleketi Bitlis için şunları söyleyecektir: “Bitlis’e gelince… On yıl önce oradaydım ve oradan ayrılmak istemiyordum. Ancak orası bize ait değil. Bizim fakat şimdi başkaları sahiplenmiş. Bizim olacağı ve oraya geri döneceğim günlerin özlemini çektim. Oraya yerleşecek, öldüğümde kemiklerim kimbilir ne kadar zamandır orada yatan diğer Saroyanların yanına gömülecektim. Bizler büyüklerimizin belleğinin gidebildiği kadar uzunca bir süredir oradayız.” (Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan, Aras yayınları, 2008)

Hayatın ve dünyanın zenginliğiyle baş başa kalmak sohbet etmek isterseniz Saroyan tam istediğinizi size verecektir.

Tutsak ÖG çalışanı Toğay Okay

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu