Makaleler

Yok etmek için insanın insana kulluğunu

Son bir haftada yaşananlar ülkemizde devrimci sürecin boyutları hakkında belli bir fikir vermektedir. Suriye’ye karşı savaş çığlıkları atıp ve hatta örtülü bir savaş içinde olan Türk hakim sınıfları; Kürt Ulusal Hareketi’nin hapishanelerdeki tutsaklarının Süresiz Dönüşümsüz Açlık Grevi (SDAG) eylemi ve bu eylemin içeride ve dışarıda sahiplenilmesiyle ortaya çıkan tablo karşısında adeta çaresiz kalmıştır. Bu yaşananlar bize hakim sınıf kliklerinin kendi içlerindeki iktidar dalaşıyla ve daha bir dizi gelişmeyle birlikte değerlendirdiğimizde ülkemizde demokratik devriminin objektif koşulları hakkında belli bir fikir de vermektedir.

Bunu ifade etmemizin nedeni öteden beri Türk hakim sınıfları tarafından propaganda edildiği üzere ülkemizde “devrimin gerçekleştirilmesinin bir hayal olduğu” yönlü tezlerin yanında, “artık silahlı mücadele dönemi kapandı” yönlü kimi yönünü şaşırmış açıklamaların var olan gerçeklere rağmen hala yapılabiliyor olmasıdır.

İbrahim Kaypakkaya “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” başlığıyla kaleme aldığı makalesinde, ülkemizde devrimin objektif ve subjektif şartlarına dair bir çözümlemede bulunur. Ve yine Kaypakkaya 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden çıkardığı derslerden biri olarak (altıncısı), “ülkemizde devrimin objektif şartlarının ne kadar olgunlaştığının somut bir delili” olduğunu belirtir.

Tüm bunları ifade etmemizin nedeni Kaypakkaya’nın ülkemizde devrimin objektif ve subjektif şartlarına yönelik tahlillerinin bir kez daha kendini farklı biçimler altında olsa da ortaya koymasıdır. Son dönemde bir yandan Türk hakim sınıf klikleri arasında yaşanan iktidar dalaşı ve ortaya çıkan tablo, Suriye’ye yönelik saldırgan tutum ve özellikle de Kürt Ulusal Sorunu’yla birlikte yaşanan sıkışmışlık halinin yarattığı tablo ortadadır. Bu tabloda “teselli ikramiyesi” olarak Toplu İş İlişkileri Kanunu’nun yasalaşması, buna karşı işçi sınıfının ve öncülerinin göster(eme)diği tavırdan bahsedilebilir. Ve fakat bu durum tam da Kaypakkaya’nın bahsini ettiği ülkemizde devrimin subjektif şartlarıyla ilgilidir.

“Cumhuriyet Düşmanları”

Ya Da“İkimiz Bir Fidanın

Dalıyız”

Öteden beridir yaşanan iktidar mücadelesi, son olarak da 29 Ekim vesilesiyle Ankara’daki göstericilere polis saldırısı sonrasında ortaya çıkan tablo bir kez daha cumhuriyet tartışmalarına vesile oldu. Aslında tüm bu gereksiz cumhuriyet tartışmalarına dair cevabı Kaypakkaya aracılılığıyla vermiştik. Halen öğrenmemek/bilmemek bir niyetten öte sınıf çıkarlarıyla ilgilidir ve var olduğu söylenen “cumhuriyet kavgasında” hakim sınıf kliklerin birinin peşine takılmakla açıklanabilir.

Kaypakkaya hakim sınıfları değerlendirmesinde iki siyasi kampın doğduğuna işaret etmiş ve “bu iki hakim kamp (günümüzde kendisini ifade eden biçimiyle AKP ve CHP’nin temsil ettiği hakim sınıf kamplarının bn.) arasındaki mücadele başından beri, esas olarak cumhuriyet temeli üzerinde kalmak üzere, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları arasında bir iktidar mücadelesi olarak cereyan ediyordu; sultanlığı ve hilafeti geri getirmek isteyenlerle cumhuriyetçi burjuvazi arasında, karşı devrim ve devrim taraftarları arasında değil” demiştir. Dolayısıyla meselenin bir Cumhuriyet tartışması olmadığı kırk yıl önce ortaya konulmuştur.

A. Gül ile T. Erdoğan arasında yaşanan ve kamuoyunda “çift başlılık” olarak tartışılan mesele öyle kimi çevrelerin ileriye sürdüğü üzere “derin bir çatlak” değildir. (Yeri gelmişken söyleyelim, Türk devlet geleneğinde bu tartışma yeni değildir ve “devletin gelin olması ve iki kocalı olamayacağı” metaforuyla tanımlanmıştır.)

Başta kendisini CHP’de ifade eden Türk hakim sınıf kliği temsilcileri olmak üzere kendisine ilerici diyen bir kısım çevrenin beklentisi bu yönlü olduğu için bu içerikli bir propaganda içerisinde olabilirler. Lakin sınıf mücadelesi niyetler üzerinden yürütülemez.

Özellikle kendisine ilerici-solcu diyen çevrelerin Cumhurbaşkanı nezdinde bir “kurtarıcı aramak” ya da onun tutumundan hareketle “halk yararına” bir tavır içerisinde olacağını beklemek abesle iştigaldir. Mecliste kabul edilen kimi yasaların Cumhurbaşkanı tarafından bozulacağı beklentilerine bugünlerde Cumhuriyet bayramı kutlamaları sırasında yaşanan “barikat krizi” ve sonrasında yapılan açıklamalarla ortaya konulan “çift başlılık” meselesi eklendi. Bu beklentilerde faşist diktatörlüğün artan baskılarının T. Erdoğan şahsında somutlanmasının (“Büyük Usta”-“Tek Adam İktidarı” vb.) ortaya çıkardığı faşist baskılanmanın etkisi vardır. Çözümü demokratik halk devriminde görmeyenler çareyi hakim sınıf kliklerinin birinin peşine takılmakta ya da iktidarı elinde tutan kliğin kendi arasında yaşanan çelişkilerde aramaktadır.

Burada asıl olarak TC devletinin yapısı, iktidar, hakim sınıflar, hükümet, parlamenter maskeli faşist diktatörlük vb. gibi son derece önemli konularda var olan yanlış bakış açısı ve kafa karışıklığı olduğu ortaya çıkmaktadır.

İlk önce şunu vurgulayalım; Klikler arası iktidar mücadelesinde AKP önemli mevziler kazanmış ve CHP kaybettiği mevzileri tekrar elde etme mücadelesi içindedir. Şu anda AKP tarafından temsil edilen klik, iktidar mücadelesinde mesafe kat etmiş ve başta ordu olmak üzere yargı vb. gibi bir dönem “Kemalistlerin kaleleri olan” bürokrasi içinde önemli mevziler elde etmiş durumdadır. Ancak bu durum devletin niteliğinin değiştiği, iktidarın yapısının özde farklılaştığı anlamına gelmemektedir. Devlet aynı devlettir.

A. Gül ve T. Erdoğan arasında bir çelişki olduğu açıktır. Ancak bunun nedeni kimilerinin ileriye sürdüğü ya da sanıldığı gibi AKP içinde bir ilericilik-gericilik ya da “tek adamcılık-cumhurculuk” vb. değildir. Ortaya çıkan çelişkinin temel nedeni yine sınıfsal çıkarlardır. Bunun nedeni T. Erdoğan ve A. Gül tarafından temsil edilen Türk hakim sınıf kliğinin kendi içinde yekpare bir bütün oluşturmamasıdır. En genel anlamıyla AKP tarafından temsil edilen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarının kendi içinde de farklı klik ve katmanların sınıfsal çıkarlar anlamında karşı karşıya gelmeleri söz konusudur.

Özcesi her ikisi de halkı değil komprador patron ağaları temsil etmektedir ve söz konusu kendi sınıfsal çıkarları olduğunda halk onlar açısından bir teferruat olarak ele alınmaktadır. Bu olgu sosyal pratik tarafından defalarca kanıtlanmıştır. T. Erdoğan ve A. Gül “bir fidanın iki dalıdırlar” ve “beraber yürüdük biz bu yollarda” türküsünü çığırmaktadırlar. Yol onların yolu da, bu yola ortak olmanın halka ve onun öncülüğüne soyunanlara bir yararı olmayacağı açık.

 

Halkın Yarasını Sarmaz

Ankara ve Tabii Çankaya!

T. Erdoğan son dönemde hem Cumhuriyet kutlamaları hem de hapishanelerde süren SDAG eylemine ilişkin fütursuz açıklamaları beraberinde Ankara’dan medet uman çevreleri hayal kırıklığına uğratmış görünüyor. Yurtsever tutsakların en demokratik, en meşru taleplerinin haklılığını tereddütsüz savunmak yerine mesele bir vicdan derekesine düşürülüyor. Başbakanın, eşinin ve sülalesinin vicdanına sesleniliyor. Bilinmez midir ki söz konusu sınıfsal çıkarlar adı altında vatan savunuculuğu ise gerisi teferruattır. Ama Erdoğan’ın vicdanına seslenip de yanıt alamayanlar çareyi yine Çankaya yollarında aramaya başladılar.

A. Gül’ün “partiler üstü” ve “sorun çözücü” olduğu yanılsaması yurtsever tutsakların hapishanelerde sürdürdüğü SDAG eylemine dair de yaratılmaya çalışıldı. Sorunun çözümüne dair A. Gül’ün rol üstlenmesi gerektiği yönlü kimi açıklamalar yapılırken, A. Gül’ün kendisi de açlık grevlerinin bitmesi için çağrıda bulundu.

Yurtsever tutsakların talepleri tartışmasız desteklediğimiz taleplerdir. Zaten tam da bu nedenle gerek hapishanelerde ve gerekse de dışarıda örgütlenen eylemlerde desteğimizi sunduk. Belli alanlarda HDK aracılığıyla eylemlerin örgütlenmesine önderlik ettik. Bu olumlu pratiğimizi daha da yükseltmemiz, tutsakların sesine ses olmamız ve taleplerini dillendirmeye devam etmemiz gerekir.

Şunu da ifade etmeden geçmeyelim. Hapishanelerdeki eylemin bilinçli ya da bilinçsiz olarak Ölüm Orucu olduğu propaganda ediliyor. Bu türden bir ele alış hapishanelerde devam eden eylemin niteliğine uygun değildir. Sürdürülen eylemin altını boşaltır. Öte yandan geçmişte bizzat yurtsever tutsakların hapishanelerde kendileri dışında sürdürülen açlık grevi ve ölüm orucu eylemine yaklaşım ve değerlendirmelerinin olumsuzlukları bilinmekle beraber bu durum ne şu anki açlık grevlerinin taleplerinin meşruluğunu gölgeleyebilir ne de sahiplenmenin, desteklemenin önüne geçebilir.

 

Davetimiz Umudu Tohumca Büyütmek İçindir

Tam da buradan hareketle devrimin objektif koşullarının (kah azalarak kah artarak ama sürekli biçimde) var olmasına paralel olarak devrimin subjektif koşullarının oluşturulmasında 40 yıllık bir gelenekten bahsetmemiz gerekir. Bu gelenek geride bıraktığımız 40. yılını kutlayan bir süreci örerek geçirdi. Ve nihayetinde 40. yılını bir şölenle kutluyor. 11 Kasım daveti, 40 yıllık sürecin ürünü olarak, 40 yıllık kan, ter ve canla yaratılan birikimin taçlanması olarak görülmelidir.

Ancak bu davet sadece bir şölen çalışması olarak ele alınmadı/alınmıyor. “Umudu Tohumca Büyütmek” demek gerçekte ülkemizde devrimin subjektif şartlarını örmek, atılan her adımın buna hizmet etmesini sağlamak demektir. Bu vesileyle 11 Kasım’daki şölenin başarıyla gerçekleşeceği açıktır. Ancak asıl kazanım 12 Kasım’dan itibaren umudu tohumca büyütenlerin bulundukları yerden bir adım ileriye adım atmalarıyla sağlanacaktır.

Hem dörtnala gelen hem de bu topraklarda yerleşik olan Türk, Kürt uluslarından ve çeşitli milliyetlerden işçi sınıfımızın, halkımızın tıpkı bir bahar havasında bu memlekette özgürce yaşayacağı günler ve hasretimiz için; örgütlenelim, mücadele edelim.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu